11 Eylül saldırılarının üzerinden tam on beş yıl geçti. Bu süre zarfında dünya 11 Eylül’dekinden çok daha büyük yıkımlarla, çok daha ağır krizlerle karşı karşıya kaldı. Özellikle İslam dünyasında devasa kayıplar verildi, şehirler tarumar edildi, milyonlarca insanın canı yandı, devletler çöktü, ülkeler bölündü.
Bu yaşananların “bu coğrafyanın makus talihi” yahut “Ortadoğu’nun şiddet sarmalı” ile ilgisi yok elbette. ABD’nin 11 Eylül saldırıları sonrasında uyguladığı politika bu coğrafyada yaşanan yıkımın ana müsebbibi.
Bugüne dek 11 Eylül’ün Ortodoks Amerikan siyasi aklı için üç farklı anlamı olageldi: Birincisi sürekli kendisini yeniden üreten şiddetli bir psikolojik travma. İkincisi bir hegemonya aracı. Üçüncüsü de bir toplumsal dayanışma sembolü. ABD’nin yönetici elitleri 11 Eylül’ü farklı dönem ve bağlamlarda farklı şekillerde hatırladılar ve politikalarının aracı haline getirdiler. Yeri geldi 11 Eylül’ü referans göstererek küresel alanda bir yayılmacılık politikası izlediler, yeri geldi 11 Eylül’ün yarattığı psikolojik travmanın etkisiyle manevra kabiliyetlerini yitirdiler. Fakat her halükarda 11 Eylül’ü ulusal kimlik yaratma aracı ve toplumsal birlik oluşturma unsuru olarak kullanmayı bildiler.
Ne olmuştu? Amerikan kapitalizminin sembolü olan ikiz kuleler, geçmişte CIA ile ilişkileri bilinen el-Kaide adlı terör örgütü mensuplarınca yıkılmıştı. El-Kaide mensuplarınca kaçırılan iki yolcu uçağı on beş dakika arayla ikiz kulelere çarpmış ve dünyanın gözü önünde her iki gökdelen içindeki 2.627 kişiye mezar olacak şekilde çökmüştü. American Airlines’a ait uçakta 88, United Airlines’a ait uçakta da 59 kişi bulunuyordu. Fakat kaçırılan yalnız iki uçak değildi. Biri Pentagon’a diğeri Beyaz Saray’a yönelen iki uçak daha vardı. Nitekim bu uçaklardan biri Pentagon’a çarptı ve orada bulunan 125 kişi hayatını kaybetti. Pentagon’a isabet eden yolcu uçağı da American Airlines’a aitti ve içindeki 59 kişi de bu saldırıda yaşamını yitirdi. Dördüncü uçak ise bir rivayete göre yolcuların müdahalesiyle diğer bir rivayete göre ise bizzat ABD hava kuvvetlerinin saldırısıyla Pensilvanya eyaleti sınırları içinde düşürüldü. O uçak içindeki 40 kişi de hayatını kaybetti.
11 Eylül Mirası
Hiç kimsenin beklemediği, dünyanın şaşkınlıkla izlediği bu olayı ABD’li yöneticiler bir fırsata çevirmeye çalıştılar. 11 Eylül saldırılarını “Amerikan yaşam tarzına yönelik bir terör eylemi”, başka bir deyişle “Amerikan değerlerine açılmış bir savaş” olarak telakki etme eğilimi içine girdiler. Buna karşılık “teröre karşı savaş” doktrini etrafında bir mücadele stratejisi geliştirdiler.
11 Eylül’ün hemen ardından Amerikan medyasında en çok sorulan soru, “Bizden neden nefret ediyorlar?” sorusu oldu. Bu soruya Amerikan siyasi elitleri son derece net bir cevap verdiler: Nefret edilen, ABD’nin uyguladığı politikalar değil sahip olduğu değerleri ve hayat tarzıdır. Yani ABD’liler, İslam dünyası başta olmak üzere dünyadaki muhataplarının kendilerinden özcü bir biçimde nefret ettiklerine ve yine sahip olduklarını kıskandıklarına inanmayı tercih ettiler. Ya da buna inanmış gibi yaptılar.
Dönemin Başkanı George W. Bush, ABD ordusunu önce Afganistan’a ardından da Irak’a sokarken “Amerikan yaşam tarzının savunusu” söylemini kullandı. Oysa ABD bu hamleyle yeni bir küresel güç paylaşım savaşını başlatmış, içinde bulunduğumuz coğrafyayı da çok ağır bir bedel ödemeye mahkum etmiş oldu.
Barack Obama başkan seçildikten sonra askeri yayılmacılık siyasetinden vazgeçmeye çalışsa da 11 Eylül’ün mirasını kullanmaktan ve “Amerikan değerlerinin saldırı altında olduğu” söylemini dolaşımda tutmaktan vazgeçmedi. Özellikle “Ortadoğu’da İslami hareketlerin yükseldiği” tezi ABD’li elitlerin zihnine kazınmaya başladıktan sonra Obama yönetimi “yaşam tarzı savunusu” ve “kültürel saldırı” metaforlarına sıkı sıkıya sarıldı.
İlginç bir biçimde 11 Eylül saldırıları sürecinde popüler olan el-Kaide adlı örgütün lideri Usame bin Ladin’in ABD’den beklentileri oldukça somuttu: Birincisi Suudi Arabistan’daki ABD üssü kapatılsın ve Amerikan askerleri çekilsin. İkincisi ABD, İsrail’i desteklemeyi bıraksın. Üçüncüsü de Irak’a yönelik yaptırımlar kalksın!
Ne var ki ABD, kendi taleplerini bu şekilde formüle eden ve katı bir işleyişe sahip olan bu terör örgütünü hedef olarak almakla yetinmedi. Aynı zamanda onun da içinde bulunduğunu iddia ettiği İslamcılık akımının tarihsel argümanlarını masaya yatırdı ve bu akımın her renkten bütün temsilcilerini ötekileştirmeyi tercih etti. Bu anlamda “stratejik” değil “ideolojik” bir tavır takındı.
ABD’lilere göre karşılarında Batıcı siyasetten ve Batılılardan nefret eden, İslam dünyasının birleşmesini talep eden ve homojen bir İslami toplum oluşturmayı tasarlayan bir İslamcılık dalgası vardı. Her ne kadar 19. yüzyıldan günümüze Batılılaşma politikalarıyla karşı karşıya kalan İslam dünyasında bu tezleri dile getiren radikal İslamcı bir damar olsa da bu damar İslamcılık akımı içinde ana akımı temsil etmedi.
11 Eylül Önyargılarıyla Türkiye’ye Bakmak
Amerikan siyasal aklı, İslam dünyasına bugün de bu gözle bakmaya devam ediyor. Bir anlamda 11 Eylül sonrasında zirveye çıkan bu ötekileştirme pratiği ABD’nin Türkiye’ye bakışını da çok ciddi şekilde etkiliyor. Obama yönetiminin özellikle 2011 sonrasında Türkiye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a bakışı 11 Eylül’ün sorunlu mirasından besleniyor.
ABD’li elitlerin kahir ekseriyeti Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı İslamcılık akımının tarihsel argümanlarını içselleştirmiş bir figür olarak görüyor. Erdoğan’ın özcü bir Batı karşıtlığı içinde olduğunu, İslam dünyasının ideolojik birlikteliğini sağlamaya çalıştığını ve en azından kendi ülkesinde İslami kaynaklardan beslenen homojen bir toplumsal yapı oluşturmak istediğini varsayıyor. Uluslararası alanda Türkiye’nin çıkarlarına zarar vermek ve manevra alanını daraltmak isteyenler de bu imajı kökleştirmek için çaba sarfediyor, Erdoğan’ı ideolojik bir parantezin içine alıp orada boğmak istiyorlar.
Oysa Erdoğan, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını esas alan, muhafazakar demokrat bir çizgiden beslenen ve oldukça pragmatik bir siyasi anlayışa sahiptir. 2000 sonrasında Türkiye’de Erdoğan liderliğinde yükselen yeni yerlilik dalgasının Batılı bağımlılık ve sömürü düzenine karşı çıktığı bir gerçektir. Benzer şekilde bu coğrafyanın asli unsurları ve yerel güçlerinin birlikteliğini savunduğu, bölge ülkelerinin karşı karşıya kalınan müşterek sorunlara ortak tavır geliştirmesi konusunda ısrarcı bir tutum takındığı da bir gerçektir.
Erdoğan, bölge ülkelerinin ekonomik ve siyasi rekabet alanlarını ortadan kaldıracak bir kaynaşmadan değil krizlere karşı koyabilecek bir koordinasyondan bahsetmektedir. Bu anlamda Erdoğan’ın çizgisi 2000 sonrasında İslam dünyasının en önemli sorunlarından birine dönüşen mezhep çatışmalarının da panzehiri konumundadır. Ne var ki Erdoğan ne Batılı bağımlılık ilişkisinin dışına çıkmayı isterken ne de bölge ülkelerinin ortak hareket etmesi gerektiğini savunurken “ideolojik” bir noktadan hareket etmektedir. Erdoğan’ın bu anlamda Batılıları bu coğrafyanın dışına çıkarmak gibi bir yaklaşımı söz konusu değildir. Aksine onların kendi ülkesine yapacağı yatırımları teşvik etmekte ancak kurulacak ilişkinin eşitlerarası bir ilişki olmasını talep etmektedir. Ne yazık ki son dönemde Türkiye’nin muhatabı olan Batılı elitler bu yaklaşımı kabul etmek yerine bir kez daha “mutlak teslimiyet” tavrını dayattılar. Erdoğan’ın itiraz ettiği başlıca husus budur.
Bilinmesi gereken bir başka husus da “tek boyutlu, homojen toplum” fikrinin Erdoğan’ın siyasetinde ve Türkiye’nin 2000 sonrasında yaşadığı dönüşüm süreci içinde herhangi bir karşılığının olmadığıdır. Batılılar ısrarla bu yaklaşımı Erdoğan’a atfetmekte ve Türkiye’de giderek artan bir toplumsal kutuplaşmanın yaşandığını, bunun altında yatan başlıca sebebin ise toplumun bir kesiminin bu homojenleşme dalgasına itirazı olduğunu öne sürmektedirler. Tam da bu güdümlü tez dolayısıyla Gezi kalkışması planlanmış ve Batılılarca desteklenmiştir.
Yaşam Tarzına Müdahale Söylemi
Erdoğan’ın “muhafazakar demokrat” siyasetin imkanlarını kullanarak “ahlaki bir seferberlik” başlatmak istediği doğru olmakla birlikte bu hiçbir zaman tek boyutlu toplum oluşturma talebi anlamına gelmemiştir. Hele hele Erdoğan’ın toplumsal alanda bir homojenleştirme gayreti içinde olduğunu söylemek son derece yanlış bir yaklaşım biçimidir.
ABD’liler başta olmak üzere Batılılar bugün ne yazık ki İslam dünyasına ve özellikle de Türkiye’ye ve onun lideri Erdoğan’a 11 Eylül’ün önyargılarıyla bakmaya devam ediyor. Erdoğan’ın Türkiye’nin dümenine geçtiği tarihten bu yana hiç kimsenin “yaşam tarzı”na yönelik sistematik bir tehdit söz konusu olmamıştır. Aksine o günden bugüne Türkiye’de Batılı modernliğin pek çok öğesini de içeren, çeşitlilik ilkesini esas alan, zengin ve de melez bir modernleşme pratiği tecrübe edilmektedir. Türkiye’nin yaşadığı nicel büyümenin temel parametrelerine bakıldığında bu son derece net bir biçimde görülebilir.
Türkiye’de son günlerde sadece marjinal medya kuruluşlarında değil ana akım medyanın bir kesiminde de yeniden “yaşam tarzına müdahale” tartışmaları baş gösterdi. Tekil yahut kurgusal birtakım olaylar üzerinden bir kampanya başlatılmış durumda. Başlatılan bu söylem savaşının arkasında hiç kuşkusuz 15 Temmuz’un yarattığı birlik havasını dağıtma arayışı var. Fakat mesele bununla sınırlı değil. Aynı zamanda başka bir şey daha var. O da Batılı müesses nizamın ihtiyaç duyduğu “yaşam tarzına müdahale” söyleminin içeriden dışarıya servis edilmesi. “Bakın, Erdoğan Türkiye’sinde yaşam tarzına müdahale ediliyor. Şort giyen kadınlara saldırıyorlar!”
ABD, “kültürel üstünlük” sanrısını yenemiyor, “hayat tarzı”nın saldırı altında olduğu tezini işleyerek dünya siyasetini yönlendirmeye çalışıyor. Bu süreçte önündeki en büyük engel aşırı özgüveni ve irrasyonalitesi. Yeni dönemde bu aşılabilir mi?
Bana zor görünüyor…
[Kriter, 1 Ekim 2016].