Üzerinden 54 yıl geçen 27 Mayıs 1960 askeri darbesi, Türkiye siyasal hayatı üzerinde kalıcı etkiler bıraktı. Bu kalıcı etkilerden biri de, çevreyi temsil eden siyasetçilerin ve bunlara oy veren toplum kesimlerinin "kusurlu hücreler" olarak görülmesini daimi surette temin eden mekanizmaların oluşturulmasıydı. Darbeyi gerçekleştirenler, destekleyenler ve "meşruluk fetvası"nı verenler, çevreyi temsil eden yerel, dinsel ve etnik grupları, Şerif Mardin'in de altını çizdiği şekilde, "Türkiye'nin karanlık çağlarından kalma gereksiz kalıntılar" olarak görmekteydi. Dolayısıyla da onlara göre, cumhuriyetçi modernleşme politikasına aykırı hareket ettikleri için söz konusu siyasetçilere ve onu seçenlere karşı "güvenlik merkezli" bir kontrol stratejisinin uygulanması meşruydu.
Siyasete güvensizlik üzerine inşa edilen bu "kontrol stratejisi" siyasal kurumlara ve siyasal aktörlere karşı güvensizliğin üretilmesi sonucunda bazı konuların siyasetçilere bırakılmayacak kadar önemli olduğu düşüncesine dayanmaktaydı. Aynı zamanda siyasetçiler "oy almak için," "devletin" diğer bir anlamda "merkezi temsil eden sınıfların" çıkarlarını gözetmeyebilirlerdi. Dolayısıyla da, "geçici olan siyasetçiler," ancak sınırlandırılmış alanda siyaset üretebilirlerdi. Memduh Tağmaç'ın Hava Kuvvetleri Komutanı olduğu dönemde dile getirdiği şu cümleler, bu görme biçiminin en net ifadesiydi: "Her kötülüğün başı politikacılar... Hepsi hain. Zerre kadar memleketi düşünenine rastlamadım. Onların oluşturdukları Meclis'ten hayır yok. Ben de biliyorum bugün karar versem yedi dakikada Meclis'in kapısına kilit asarım. Fazla değil yedi dakikada."
27 Mayıs darbesinin, halka güvenmeyen, bugün de siyasete ve siyasetçilere yönelik benzer düşünceleri savunan ideolojik tabanı, Halk Partisi liderlerinin 1945-50 arasında muhalefete yönelik "memleket bu tür adamların eline bırakılabilir mi?" yaklaşımına dayanmaktaydı. Bu elitist yaklaşımın sahipleri, darbenin ardından lise mezunu olmayanların oy hakkının ellerinden alınması ya da lise ve üstü tahsil sahiplerinin oylarının iki sayılması gibi konuları da ciddi biçimde tartışmışlardı.
Bugün bu çizgiyi, "sandık her şey değildir" söylemi üzerinden demokratik seçimleri değersizleştirmeye yönelik kampanya yürüten çevreler sürdürmektedir. Sınıfsal çıkarlarını zedelediğini düşündükleri siyasal ve toplumsal grupları sürekli aşağılayan bu zihinler, demokratik yollardan mücadele edemedikleri toplumsal kesimleri ötekileştirme yolunu tercih ederek, siyaseti belirli bir sınıfın yapabileceği faaliyet olarak kodlamaya devam etmektedirler.
Yirmi yıl boyunca "Hürriyet ve Anayasa Bayramı" olarak kutlanan, seçilmişlerin hayatının darağacında sonlandığı 27 Mayıs askeri darbesinin Türkiye siyasal hayatına bıraktığı diğer kalıcı bir etki, darbeleri gerçekleştirenlerin ve darbecilere eklemlenen vesayetçi yapı ve zihinlerin "demokrasiyi koruduğu ve kolladığı" yanılsamasıdır. Tüm darbelerden sonra açıklanan bildirilerde, darbenin meşruiyetini sağlamak için darbecilerin "demokrasiyi korumak" için müdahaleyi gerçekleştirdiği belirtilmiştir. Bu söylem, "eski rejimi" koruma bağlamında kullanılsa da, birçok siyaset teorisyenin akademik metinlerinde dahi benzer şekilde kullanılması uzun süre bu görme biçiminin sorgulanmasını engellemiştir.
Bugün benzer şekilde siyaset kurumunu itibarsızlaştırarak, sandık dışı ve anti-demokratik yöntemlerle siyaseti dizayn etme çabasını "demokratikleşme adımı" olarak nitelendirmek, yeni bir yanılsama olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakış açısı olsa olsa 27 Mayıs zihniyetinin devamlılığına işaret eder.
[Sabah Perspektif, 31 Mayıs 2014]