“Kime sefer edeceğimi sakalımın kılı bilseydi, onu keserdim"
Fatih Sultan Mehmet (Uzun Hasan ile Otlukbeli’nde savaşmadan önce “Nereye gidiyoruz?” diye soran paşaya)
Osmanlı padişahları sefere davul zurnayla çıkarlarmış, mehter takımı bir şenlik havasında yeri göğü inletirmiş. Lakin çoğu zaman asker, hatta paşalar bile Nemçe üzerine mi, Memluklara mı, yoksa İran’a mı sefer edeceklerinden haberdar olmazmış. Yavuz’un ordusu Amasya’ya geldiğinde bile asker içinde Şah İsmail ile mi, yoksa Kansu Gavri ile mi cenk edileceğinin tartışıldığı rivayet edilir. Gündeme gelirsek, Türkiye neredeyse bir yıldır çeşitli düzeylerde, son bir aydır ise en yoğun biçimde Kuzey Irak’a operasyon düzenleme ihtimalini konuşuyor. Hatta “Kuzey Irak’a müdahale” terkibi, başta bölge ülkeleri olmak üzere bütün küresel aktörlerin diline düşmüş durumda. Devlet yönetiminin askerî kanadı ile siyasî kanadı arasında, iç meselelere ait yaklaşım ve icraat farklılıkları, böylesine stratejik iç ve dış boyutları olan bir konuda Türkiye’nin ikircikli bir tavır sergilemesine neden olan etkenlerin başında geliyor. Kuzey Irak’a operasyon düzenlemenin askerî ve siyasî bedelini yüklenmekten çekinen, buna karşılık muhtemel bir zafer fotoğrafı verileceği zaman da karenin dışında kalmak istemeyen her iki kanat, şu an kamuoyunda doğan boşluğun sorumlusu durumunda. Kısaca ifade etmek gerekirse, manzara şu: Hem Genelkurmay, hem de Hükümet muhtemel bir operasyonun askerî ve siyasî açıdan hiç de rasyonel bir tercih olmayacağının az çok farkındalar. Ancak bunun kamuoyu önünde dile getirilmesi askerin varlık sebebine ters; çünkü ordu vatan savunmasının ve terörle mücadelenin en etkili ve somut aktörüdür. Dolayısıyla “Biz Kuzey Irak’a müdahale etmenin –ki bu yöntem daha evvel 24 kere denendi- terörle mücadele açısından pek de yararlı ve sonuç alıcı olacağına inanmıyoruz” demek Türk ordusu için kurulması en zor cümlelerden biri. Aynı şekilde AK Parti iktidarı da böyle bir cümleyi kurduğu takdirde, 22 Temmuz seçimleri öncesi siyaseten sıkıntılı günler yaşayacağını ve zaten muhalefetin yumuşak karın olarak keşfettiği “terörle mücadelede gevşeklik” jargonunun kendisini vuracağını iyi biliyor. Böylece barajı aşan üçüncü parti olmak için kritik hamlelere şiddetle ihtiyaç duyan Milliyetçi Hareket Partisi, aradığı toplumsal zemini bulmuş olacak. Bu durumda Genelkurmay ile Hükümet arasında adı konmamış mesafeli gerilimin yarattığı kararsızlık ve yetkisizlik hem iç, hem de dış kamuoyunda spekülatif söylemlere, zihinsel akrobasiye imkan veren bir ortam oluşturuyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu boşluğu doldurmak her zaman olduğu ulusal ve küresel medya ile onlara kaynaklık görevi yapan think-tank kuruluşlarına düşüyor. Örneğin, daha önce adı, “2007 yılında Türkiye’de darbe olma şansı (Nasıl şans ise?) yüzde 50” kehanetiyle gündeme gelen Zeyno Baran’ın da bünyesinde bulunduğu ABD’deki Hudson Enstitüsü, belki de tarihinin en etkili halkla ilişkiler ve reklâmcılık faaliyetine imza attı. Genelkurmay’a bağlı Stratejik Araştırmalar ve Etüt Merkezi SAREM’in direktörü Tuğgeneral Süha Tanyeri, Washington’daki askerî ataşe Tuğgeneral Bertan Nogaylaroğlu ile SAREM’den diğer bazı yetkililerin de hazır bulunduğu bir toplantıda İstanbul Beyoğlu’nda patlayan bir bombanın 50 kişiyi öldürmesi, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Tülay Tuğcu’nun bir suikasta