SETA > Yorum |

23 Temmuz İmtihanı

Adalet ve Kalkınma Partisi beklendiği üzere seçimleri açık ara kazandı. 23 Temmuz son beş yıldan farklı olarak, Türkiye’nin bir çok konuda imtihandan geçeceği bir süreci de başlatmış bulunuyor. AK Parti küresel ile yerli oligarşi arasında, CHP kendi kısır siyasal patinaj dünyasında, MHP ise bir kez daha başka hesapların aparatı olup-olmama dilemması içerisine 23 Temmuz imtihanına giriyorlar. Türkiye’yi 23 Temmuz sonrasında iki yakıcı sorun bekliyor: İç (kısmen dış) siyasetin Kuzey Irak başlığı altına sıkışacak sorunlarla kilitlenmesi ve ekonomik istikrarın bundan sonrası için kendisine bir yön tayin etmesi.

Adalet ve Kalkınma Partisi beklendiği üzere seçimleri açık ara kazandı. 23 Temmuz son beş yıldan farklı olarak, Türkiye’nin bir çok konuda imtihandan geçeceği bir süreci de başlatmış bulunuyor. AK Parti küresel ile yerli oligarşi arasında, CHP kendi kısır siyasal patinaj dünyasında, MHP ise bir kez daha başka hesapların aparatı olup-olmama dilemması içerisine 23 Temmuz imtihanına giriyorlar. Türkiye’yi 23 Temmuz sonrasında iki yakıcı sorun bekliyor: İç (kısmen dış) siyasetin Kuzey Irak başlığı altına sıkışacak sorunlarla kilitlenmesi ve ekonomik istikrarın bundan sonrası için kendisine bir yön tayin etmesi.

 

AK Parti geçmiş dönemden birçok milletvekilini liste dışı bırakarak yeni bir yüzle meclise geliyor. Özellikle Irak işgali sırasında yaşanan gelgitlerden hayırlı bir adım atarak kurtulan iktidar, yeni dönemde de birinci gündem maddesi olarak Irak sorunsalı altında şekillenen meselelerle uğraşmak zorunda kalacak. Irak işgalinin içerisinde Kuzey Irak, Kuzey Irak içerisinde ise Kürt sorunu, Kürt meselesi içerisinde PKK sorunu Türkiye’nin gündemine oturacak. AK Parti iç içe girmiş bu sorunları meclisteki diğer partilerin de katkı sağlayacakları bir devlet politikası potasına sokabildiği ölçüde başarılı olacaktır. Uzlaşmaya fetişist bir anlam yüklendiği bu günlerde, Türkiye’nin öncelikle bu meseleler etrafında asgari devlet siyaseti diyebileceğimiz bir noktada aklı selime yönelmesi gerekmektedir. “Kürtleri Kuzey Irak’a tehcir edip, Türkmenleri Türkiye’ye getirmeyi” dillendirenlerden; “Türkiye’nin federatif bir yapıya geçmesi gerektiğini savunan” isimlerin beraberce bulunacağı meclis çatısı altında, AK Parti ağır bir sorumluluk altına girmek zorunda kalacaktır. Böylesine ağır bir yükün altında ezilmemek, aşırı uçların arasında sıkışmamak için en makul yol Türk dış politikasında kurumsal bir insicamın yakalanmasından geçmektedir.

 

Uyum ve istikrarlı bir çizgi, maalesef, devlet aklını ve siyasetini her seferinde lağveden sil-baştan politikalarıyla mümkün olmuyor. Cumhuriyetin milletleşme sürecinde yaşanan aksaklıklarla baş edilememesiyle kurumsal uyumu, psikolojik eşikler ve tehditler arasına sıkışan yönsüzlük ile istikrarı yakalamak kolay olmuyor. Kurumsal mutabakatın ve istikrarlı çizginin olmadığı bir dış politika vizyonu ise sadece uluslararası açılımlarını nesh etmekle kalmıyor, ülkemizin dünya sisteminde ve bölgemizde karar alıcı aktör olmasının da önüne geçiyor. Avrasya ve Ortadoğu’da “Amerikan hegemonyasından yeni güçler dengesine” geçildiği bugünlerde, Türkiye’nin “merkez ülke” olup olmama konusunda karar vermesi gerekiyor. Birçoklarının Amerika’nın Irak’ı işgaliyle beraber varlığını fark ettiği Kuzey Irak, Türkiye’nin önümüzdeki yıllardaki jeopolitiğinin ana hatlarını en keskin şekilde çizmeye adaydır. Türkiye ya Kuzey Irak üzerinden çapını küçülten, derinliğini sığlaştıran asrı aşkın yüklerinden kurtulacak ya da Amerikan işgalinin yüzyıllar sonra yeniden açtığı “kimlik defterinin” tozlu sayfaları arasında sosyolojik ve siyasal patinajlara düşecek.

 

Kuzey Irak (ve Türkmenler) konusunda oluşturulacak kapsayıcı, tutarlı ve ileri görüşlü bir yaklaşım hem Kürt meselesi hem de PKK terörü hususunda Türkiye’ye kalıcı ve netice alıcı adımlar atmasının alanını da açacaktır. Bu noktalarda atılacak her adıma meclisteki bütün partilerin katkı sunmalarının önü açılmalıdır. Aksi takdirde, dış politikanın iç politikayı, iç politikanın da dış politikayı nesh ettiği bir kısır döngüden çıkmak mümkün olmayacaktır. Burada, AK Partinin elini zayıflatan husus, partisinin Kürt kökenli milletvekillerinin, Kürt sorununu taşıyacak birikimlerinin yeterliliği sorunsalı. DTP ile “Kürtçülük”, MHP ile “Ulusalcılık”  yarışına girmeksizin, vatan ortak paydasında “tabii bir Kürtlük” inşa edilmesine yardımcı olacak, Kürt meselesinin dinamiklerine hem tarihsel hem de sosyolojik olarak hakim isimler mecliste yeterince bulunmuyor. “Kimlik siyaseti, gayri-milli ulusalcılık ve AB’cilik” üçgenine sıkışacak her tartışma, bütün tarafları, en fazla da Türkiye’yi zayıflatacaktır. İstiklal marşımızda, hiçbir ırkı ismen zikretmeden kucaklayan vatansever ve özgürlükçü dile bu dönem her zamandan daha fazla ihtiyacımız var. Bu yakıcı gerçeği görebilen AK Parti, çatışma unsurlarını yatıştıran, sorunları yönetebilen bir siyasetin inisiyatifini eline alabilir.

 

Ekonomik Yönsüzlük 1970’ten beri her sene en az bir yükselen ekonominin kriz, bir tanesinin de durgunluk yaşadığını unutmamak lazım. Bu ülkelerden Türkiye’nin, maalesef, kırılganlığını koruduğunu söylemek gerekir. Yeni küresel dengenin yükselen ekonomiler için olumsuz işaretlerine bakacak olursak şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Sermaye piyasaları finansal krizlere açık durumda, gelir dağılımındaki adaletsizlikler devam ediyor, sektörel tercihler kendi dinamiklerinden kaynaklanmıyor ve belki de en önemlisi ihracatta sorunlar yaşanması korkusu önemini koruyor. İhracat sorunlarından kastımız, en geniş anlamıyla dış talepte oluşacak bir küçülme ve fiyatlarda yaşanacak dalgalanmalardır. Bunun ise en doğal adresi Amerika ve Çin ekonomilerinin talep trendinde yaşanabilecek değişimlerdir. Bu türden risklerin her zaman mevcut olduğu 1970’ten beri değişmeyen kriz ve durgunluk döngüsü nedeniyle yeterince tecrübe edilmiştir. Salt üretim ve büyüme verilerini istikrarlı bir düzeyde tutmak, yükselen ekonomileri benzer bir kriz dalgasına kapılmaktan alıkoymayacaktır. Asıl olan, üretimin sacayaklarını oluşturan bütün etkenlerin bir insicam içerisinde büyümeleridir. Buradaki insicam ise ancak sermaye ve emek dinamiklerinin uyumuyla mümkündür. Türkiye bu dengesizliğin yaşandığı örneklerin başında geliyor. Son dört yıl boyunca büyüme hızıyla istihdam arasında, en önemlisi de kalifiye istihdam büyümesi arasında bir simetri bulunmuyor. Ekonomik yönsüzlüğünün ve sektörel tercihlerini planlayamamasının bedelini uzun vadede ağır ödemek istemiyorsa; Türkiye’nin insan sermayesine yatırım yapmaktan başka çıkar yolu yoktur. Özellikle önümüzdeki yıllarda tarım sektöründe kopmaya devam edecek olan kitlenin istihdamı başta olmak üzere, işgücü piyasasına girenlerin “mesleksiz iş arama” kıskacından çıkarılması en öncelikli sorun olmaya devam ediyor. Türkiye, çok açık bir şekilde söylemek gerekirse, eğitim kalitesinde yaşanan sorunları çözemezse, insan sermayesindeki mesleki yeterlilik sorununu gideremezse, kalkınma odaklı istikrarlı bir büyümeyi devam ettirmesi mümkün gözükmemektedir. Bu ise ekonominin mali dinamiklerini yönetilebilir bir düzeye çekmiş olan Türkiye ekonomisinin, iki kriz ardından harcadığı emekleri orta vadede heba etmesi anlamına gelecektir. AR-GE payının, %2’yi yakalaması, meslek edindiren yüksek eğitimin hayata geçmesi ana hedef olmak zorundadır. “Sektörel stratejik tercihlerin kalifiye insan sermayesiyle uyumlu yapıldığı bir büyüme modeli” Türkiye’nin ekonomik yönsüzlüğünü aşmada anahtar rolü üslenecektir. Ancak stratejik bir yaklaşım ile ihracat odaklı ekonominin önce normalleşmesi (ithalata bağımlılığının azalması) ardından da finans kapital odaklı yol haritasının ağırlının azalması sağlanacaktır. AK Parti, yeni dönemde, iç siyaset gerilimleri karşısında Türkiye’nin ortak aklı, ekonominin sıkıntıları karşısında da Türkiye’nin tüm üretim faktörlerine yön ve şekil veren irade olabildiği sürece başarının adresi olmaya devam edecektir.