Yenişafak'a konuşan SETA Ankara Hukuk ve İnsan Hakları Araştırmaları Direktörü Yılmaz Ensaroğlu, Çözüm Süreci’nde gelinen noktayı ve yaşanan hareketliliği değerlendirdi. Ensaroğlu, “Bütün yükü sadece hükümete veya HDP'ye yıkıp kenara çekilemeyiz. Herkese büyük görevler düşüyor.” dedi.
Son günlerde bir kargaşa havası yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Neler oluyor, bu yaşananlar nedir?
Bir çözüm sürecinin içindeyiz. Yaşadığımız bu rahatsızlık veren, tedirgin edici olaylar, aslında çözüm süreçlerinin doğasında olan şeyler ve bunları ilk kez biz yaşamıyoruz. Dünyadaki örneklere bakıldığında da, çözüme yaklaşıldıkça, kitlelerin umudu arttıkça bir taraftan da gerilimin arttığı, bu tür provokasyonların çoğaldığı görülür.
Bu paradoksun temelinde ne yer alıyor?
Kitlelerin hayatı normalleşirken, aktörler içerisinde kendisinin etkisizleştiğini, aktör olmaktan çıkma riskinin belirdiğini görenler veya o sorun çözüldüğü zaman çıkarlarının zedeleneceğini düşünen iç veya dış üçüncü aktörler sürece çomak sokmaya, süreci sabote etmeye çalışırlar.
Çözüm sürecinin şimdiye dek karşılaştığı ve bundan sonra karşılaşması muhtemel sıkıntıların kaynağı nedir?
Çözüm süreciyle ilgili birkaç önemli husus var. Birincisi, bu tür süreçlerden yana bilgisizliğimiz ve acemiliğimiz. Hükümet de, örgüt de, diğer siyasi partiler de bu süreçle yeni bir deneyim yaşıyor ve doğal olarak bu tür süreçlerde hiç yapılmaması gereken şeyler yapılabiliyor.
İkinci bir husus; sürecin aktörleri birbirlerinin kendi içinde yaşadığı zorlukları iyi bilmiyorsa, karşısındakileri yekpare bir yapı ve tek bir muhatap olarak kabul etmeye başlarlar. Bu da, çözüm süreçleri açısından son derece riskli genellemelere yol açar ve çözüm yanlılarının işlerini zorlaştırır. Somut örnek vermek gerekirse, bir kişinin olumsuz bir açıklaması ya da yazısı yüzünden, sorunun çözümü için yoğun çaba gösterenleri göz ardı etme gibi yanlışlara sürüklenmek kolaylaşır.
AK Parti üzerinde, tek bir aktörün kaldıramayacağı kadar ciddi bir baskı oluştu diyorsunuz. Bu baskı hangi sonucu doğuruyor peki?
Her şeyden önce, toplumsal destek olduğu müddetçe siyasi iktidardan bir şeyler yapmasını bekleme şansına sahibiz. Hatırlarsanız 2005'te, Başbakan Erdoğan, Ankara'da aydınlarla görüştü ve ardından da Diyarbakır'a gitti. Buralarda yaptığı konuşmalarla ciddi bir çıkış yaptı ama devamı gelmedi. Bunun en büyük sebebi, aldığı tepkilerdi. Aynı şekilde, Habur sonrası da toplumun verdiği tepkiler yüzünden, açılım sürecinde resmen frene basıldı.
2013'te başlayan son çözüm sürecinde ise, yaşanan provokasyonlardan ötürü, tam bir frene basma durumu yok ama atılan adımlar toplum gözetilerek atılıyor. Kaldı ki, halkın oyuyla iktidara gelmiş her parti ya da lider, toplumsal tepkilere ve desteğe bakarak adım atar. Ancak bu hususlarla ilgili olarak PKK - HDP cenahında sorunlar olduğu görülmektedir.
Geldiğimiz noktada çözüm sürecine yaklaşım nasıl olmalı?
Geçmişte de çözüme yaklaşıldığında, çözümle ilgili ciddi bir aşama kat edildiğinde, ciddi provokasyonlarla karşılaşılmıştır. Bunu Öcalan da sık söyler. Bu son eylemlerin, yağmalamaların, neredeyse katliam diyebileceğimiz cinayetlerin de hedefi aslında önemli ölçüde çözüm sürecini bitirmektir. O halde, şuna karar vereceksiniz: Bu sabotajları, provokasyonları yapanların tuzağına düşerek süreci bitirip bir kez daha geriye mi döneceğiz yoksa bu oyunu görecek ve bu kadar acıya rağmen, çözüm sürecine devam ederek, bu tuzakları boşa mı çıkaracağız?
Kandil ve İmralı çözüm hakkında farklı görüşte mi?
Kandil'in yaptığı açıklamaların Öcalan'a rağmen yapılmadığı görüşü var. Bir diğer görüş de, 'Öcalan aslında çözümden yana ama Kandil kendisinin de muhatap alınmasını istediği için böyle davranıyor' şeklinde. Bunun bir taktik mi yoksa Öcalan'la gerekli iletişim sağlanmadığı için çıkan çatlak ses mi, bunu anlamanın yolu diğerlerini de sürece dahil etmekten geçiyor.
Öcalan'ın temas koşullarının arttırılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Hem Öcalan'ın Kandil ile doğrudan temas kurma imkânı oluşturulmalı hem de Kandil de işin bir tarafı olmalı. Tüm süreci sadece İmralı veya HDP ile yürütmeye çalışırsanız gene yanlış yaparsınız. Daha büyük bir masa kurmak ve o masanın etrafına sadece HDP'lileri değil, daha geniş bir kesimi oturtmak gerekir.
Kime, ne düşüyor?
Bize düşen, tansiyonu düşürmektir. Oysa özellikle medyanın, tam tersine bir çaba içerisinde olduğunu üzülerek görüyoruz. Örneğin, insan hakları savunucusu olarak ben, hep bardağın boş tarafına bakarım. Ancak çözüm süreçlerinde tam tersine bardağın dolu tarafına bakmak ve en küçük bir olumlu katkıyı derhal desteklemek, teşvik etmek, takdir etmek gerekir. Çatışma çözümü süreçlerinde, sona yaklaşıldıkça, bu tür sorunlar da artar. O nedenle de, sürecin bundan sonrası için çok daha sıkı çalışmak ve önyargılardan, toptancı genellemelerden uzak durmak gerekir.
AK Parti ve HDP Kürtlerden oy alıyor. Bu durumda, dengeyi gözetme zarureti mi hasıl oluyor?
CHP ve MHP'nin Kürt seçmenden yana kaybetme endişesi yok, çünkü Kürtlerden oy almıyorlar. O yüzden, çözüm karşıtı söylemleri çok rahatlıkla kullanabiliyorlar. Öte yandan, HDP de taleplerini dile getirirken, Kürt olmayanların nasıl bir tepki göstereceğini umursamıyor. Çünkü onların da oradan yana kaygıları yok. Dolayısıyla hem Kürtlerin hem de Türklerin taleplerini ve kaygılarını göz önüne almak, sadece iktidar partisine düşüyor. Bu da AK Parti üzerinde, tek bir aktörün kaldıramayacağı kadar ciddi bir baskı oluşturuyor.
Bundan sonrası için nasıl tavır takınılmalı?
Bütün yükü sadece hükümete veya HDP'ye yıkıp kenara çekilemeyiz. Herkese büyük görevler düşüyor. Üçüncü aktör olarak medyanın, STK'ların üzerinde de yükümlülük vardır. Bir alev çıktığında herkes eline benzin alıp koşarsa bu süreci götüremeyiz.
Tarafların çözüme bakışı nasıl?
Hükümetin karşısında yekpare, homojen bir PKK ve HDP yok. HDP içinde şu anda çözüm süreci zarar görmesin diye yüreği titreyen insanlar da var, adeta çözüm süreci bir an evvel bozulsun diye temenni edenler de. Aynı durum AK Parti kanadı açısından da geçerli. AK Parti içinde alenen bir tavır sergilemese, provoke etmese de içten içe sürecin tıkanmasını dileyenler var. Bir başka problem de bu tür süreçlerde iki taraf vardır, ama biz iki taraflı bir süreç yaşamıyoruz. Daha doğrusu tarafların bu süreçten anladıkları, 'çözüm'le hedefledikleri, birbirleriyle uyumlu değil.
Nasıl bir farklılık var?
PKK, 'Ben bu kadar mücadele verdim, bedel ödedim ve Kürtlerin temsilcisi benim; bir süreçten söz edilecekse masa kurulmalı ve masanın bir tarafında ben olmalıyım' diye düşünüyor. Üstelik PKK, kendi iktidarını sorunun çözümü için yapılacak reformlardan çok daha fazla önemsiyor. Buna karşılık, hükümette Türkiye'nin yarısından fazlasının oyunu alan bir parti var. Dolayısıyla sağ, milliyetçi kesime yönelik 'Teröristle masaya oturdu' propagandasını yaptırtmak istemiyor. O yüzden HDP'ye, İmralı'ya, PKK'ya kulak verip dinliyor, hazırladıklarını onlarla tartışıyor ama bunu kamuoyuna açık bir şekilde yapmıyor.
PKK-HDP cenahında sorunlar var diyorsunuz. Nedir bu sorunlar?
Eğer bu sürecin bir tarafı olarak siz, toplumun bu sürece desteğini azaltacak işlere girerseniz, hükümette kim olursa olsun, iktidarda olanlar ne kadar iyi niyetli ve ne kadar çözüm yanlısı olurlarsa olsunlar, o hükümetin çok fazla adım atmasını bekleyemezsiniz. Yaşadığımız son olaylar, bu açıdan risk oluşturuyor. Neyse ki, bunca provokasyona ve zorluğa rağmen, çözüm sürecine toplumsal destek hala yüzde 55-60 civarında.
Örgütün homojen bir yapıya sahip olmadığını söylediniz. Örgüt kadrolarının yapısı süreçle nasıl bir ilişki içinde?
PKK sol-sosyalist gelenekten gelen bir Kürt örgütü. Ayrıca yönetim kadrolarında kayda değer ölçüde etkin Alevi kadrolar da var ve bunlarla AK Parti'nin geldiği köken arasında ciddi bir ideolojik kavga olduğu biliniyor. Örneğin, çözüm sürecinin önemli dönüm noktalarından birisi, Öcalan'ın 2013 Nevruz'undaki mesajıydı. O mesaj, Türkiye genelinde geniş bir kesimde, münhasıran Kürtlerde büyük bir rahatlamaya yol açarken, bir kısım Alevilerde ciddi rahatsızlığa neden oldu ve rahatsızlıklarını hemen dile getirdiler.
Sonra?
Kısa bir süre sonra, Öcalan KCK yönetiminde birtakım değişikliklere gitti. Eşbaşkanlık sistemine geçilmesini istedi ve sorun çıkarması ihtimali olan kimi isimleri üst düzey görevlere getirdi. Yeni görevlendirmelerde, özellikle Alevi kadınların öne çıkmasının, biraz da bu amaçla olduğunu düşünüyorum. Deyim yerindeyse, Öcalan, 'Ne yapıp etmeli, bu örgütün parçalanmasını engellemeliyim' diye en uzlaşmaz tavır içinde olanları, bizzat çözüm sürecinin içinde aktif görev üstlenmelerini sağlayarak işe dahil etmeye çalıştı.
Kuşkusuz, özetlemeye çalıştığım bu değişiklikler, kendileri açısından son derecede doğru hamlelerdi. Nitekim dünya örneklerine baktığımızda da, bu tür operasyonların yapıldığını görüyoruz. Örneğin, Güney Afrika çözüm sürecinde, en sert, uzlaşmaz hatta ırkçı siyahları masaya oturmaya zorlayan bizzat Mandela olmuştur. Benzer şekilde, Kuzey İrlanda örneğinde de bütün partilerin masada oturmasını sağlamaya, herkesten daha fazla Blair Hükümeti çalışmıştır.
[Yeni Şafak, 4 Kasım 2014]