Bir süredir yaşanan olumsuz gelişmeler sebebiyle kopma noktasına gelen Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinde son aylarda olumlu bir hava yakalandı. Özellikle Almanya Başbakanı Angela Merkel ile AB üst yönetiminin Türkiye'ye karşı yapıcı bir dil kullanmaları ve 25-26 Mart arasında gerçekleşen AB zirvesinden Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine dair bazı yapıcı söylemlerin geliştirilmesi böylesi olumlu bir havanın yakalanmasına yol açtı. Ancak bu olumlu atmosfere aldanıp Türkiye'nin AB üyelik sürecinin hızlanacağını beklemek pek gerçekçi değildir. Çünkü ilişkilerdeki bazı yapısal ve konjonktürel sorunlardan ötürü Türkiye'nin yakın zamanda AB'ye üye olması çok zor görünüyor.
Türkiye karşıtlığı ve müzakere edilemeyen fasıllar
Türkiye'nin AB üyelik sürecinin önündeki en önemli teknik engellerden biri müzakere edilemeyen fasıllarla ilgilidir. Bu bağlamda öncelikle 2006'daki AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi'nde alınan karar uyarınca Türkiye'nin sekiz müzakere faslının askıya alındığını belirtmek gerekiyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin (GKRY) açık girişimleri neticesinde alınan bu karar ilk günden beri aslında doğrudan Türkiye'nin üyelik sürecini engellemeye yöneliktir. Kararın gerekçesinde Rumların tanınmasına yol açacak Ek Protokol'deki yükümlülükler tüm üye ülkelere uygulanana kadar bu fasılların müzakere edilmeyeceğinin belirtilmesi bunu doğrular niteliktedir. Rumlar bunun yanı sıra 2009'daki Genel İşler Konseyi toplantısında Türkiye'nin üyelik sürecinde kritik öneme sahip altı fasılda ilerleme kaydedilmesini bloke etmiştir. Bu blokelerin kaldırılmasını da Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesine yani Türkiye'nin GKRY'yi münhasır bir devlet olarak tanımasına bağlamıştır.
Her iki engellemeden hareketle Türkiye tarafından GKRY müstakil bir devlet olarak tanınıncaya kadar ilgili fasılların müzakere edilemeyeceği ve üyelik müzakerelerinde teknik bir ilerlemenin kaydedilemeyeceği anlaşılıyor. Ancak Rumların müstakil bir devlet olarak tanınması Kıbrıs Türklerinin haklarına zarar vereceği için Türkiye'nin böylesi bir adım atması da mümkün değildir. Burada Annan Planı'nın Rumlar tarafından reddedilmesine rağmen bir yıl sonra tüm adayı temsilen AB'ye üye yapılması kararının ne denli stratejik bir hata olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi çözüme kavuşana kadar AB üyelik sürecinde tamamlanması gereken toplam on dört faslın müzakere edilemeyeceği ve ilişkilerde teknik bir ilerlemenin sağlanamayacağı anlaşılıyor.
Bunlardan daha da ilginci tüm fasıllar açılıp başarıyla tamamlansa bile Avusturya ve Fransa gibi iki üye ülkenin Türkiye'nin üyeliğine dair referandum düzenlenmesi talebinde bulunduklarını unutmamak gerekiyor. "Çok kültürlülük" ve "farklılıklar içinde birlik" gibi liberal sloganların bayraktarı konumundaki AB'nin ve üye ülkelerin söz konusu Türkiye olduğunda bu sloganlarını ikinci plana atmaları açıkça çifte standart örneğidir. Burada Türkiye'nin üyeliğine dair bu iki ülkedeki genel temayülün oldukça negatif olması dikkate alındığında olası referandumlarda "hayır" çıkması da yüksek bir ihtimaldir. Haliyle Türkiye'nin AB üyeliğinin önündeki bu tür suni engeller kalkmadıkça ve Türkiye'ye diğer aday ülkeler gibi eşit şartlarda yaklaşılmadıkça üyeliğin yakın zamanda gerçekleşmesini beklemek pek gerçekçi gözükmüyor.
AB yeni bir üyeye hazır değil
Türkiye karşıtı bazı üye ülkelerin suni engellemeleri kadar kurumsal olarak AB'nin de Türkiye'nin üyelik sürecine dair üzerine düşeni yapmadığını belirtmek gerekiyor. Özellikle meşhur 18 Mart mutabakatının üzerinden beş yıl geçmesine rağmen vize serbestisi ve Gümrük Birliği'nin güncellenmesi meselelerinde bugüne kadar adım atılmaması bu duruma somut bir örnek teşkil ediyor. Dolayısıyla Ankara-Brüksel ilişkilerinde gerçekten olumlu bir ivmenin yakalanamamasıyla ilgili her seferinde Türkiye'yi hedef alan tek taraflı suçlamaların aksine esasen kurumsal olarak AB'nin ve bazı üye ülkelerin irrasyonel tutumlarının durumu bu noktaya getirdiği söylenebilir.
Ayrıca kurumsal olarak AB'nin şu an için yeni bir üyeyi bünyesine katacak durumda olmadığını da belirtmek lazım. Çünkü Brexit'in siyasi etkilerinden kurtulamayan AB'nin ve koronavirüs salgınıyla mücadelede dayanışma ruhunu kaybeden üye ülkelerin yakın zamanda genişleme konusunda adım atması çok zordur. Zaten AB ve üye ülkelerdeki siyasi elitlerin açıklamalarına bakıldığında sadece Türkiye'ye değil diğer aday ülkelere de somut bir üyelik perspektifi verilemediği görülüyor. Haliyle genel olarak aday ülkelerin üyeliği mevzusu ancak Birlik ve üye ülkeler nezdindeki karamsar havanın dağılması sonrasında gündeme gelecek gibidir.
Buraya kadarki söylenenlerdeki olumsuz genel tabloya karşın 25-26 Mart arasında çevrim içi ortamda yapılan AB liderler zirvesinde Türkiye ile ilişkilerin güçlendirilmesi adına Gümrük Birliği'nin uygulanmasındaki mevcut zorlukların aşılması ve Türkiye ile görüşmelerin yoğunlaştırılması için AB Komisyonuna çağrı yapılması önem arz ediyor. Türkiye'nin göç yönetiminde ortaya koyduğu performansın takdir edilmesi ve Komisyondan Ankara'ya mülteciler için verilen mali desteğin sürmesini sağlayacak yeni bir önerinin istenmesi de olumlu bir başka gelişme olarak görülebilir. Her iki gelişmeyle ilgili ayrıntılar şu an için belli olmamakla birlikte AB Konseyi Başkanı Charles Michel ile Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen'in 6 Nisan'da yapmaları beklenen Türkiye ziyaretlerinde bu mevzuların ayrıntılı şekilde ele alınacağı bekleniyor. Özellikle 18 Mart mutabakatında AB'nin üstlendiği yükümlülükler arasında yer alan Gümrük Birliği'nin revize edilmesi ve vize serbestisinde gerçekçi bir adımın atılması ilişkilerde yeni bir sayfanın açılmasına vesile olabilir.
Neticelendirmek gerekirse son zamanlarda oluşan nispeten iyimser havaya rağmen Türkiye'nin AB üyeliği yakın zamanda pek mümkün görünmüyor. İkili ilişkilerde gerçekten yeni bir sayfa açılabilmesi için kurumsal olarak AB'nin yapıcı adımlar atması ve Türkiye karşıtlığında ön saflarda yer alan bazı üye ülkelerin sığ bakış açılarından kurtulup meseleye rasyonel yaklaşmaları gerekiyor.
[Sabah, 3 Nisan 2021].