New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun yıllık toplantıları başladı. Her yıl eylül ayında çok sayıda ülkeden üst düzey politikacıların katıldığı Genel Kurul toplantılarında dünyanın önemli sorunları konuşuluyor.
Peki, Genel Kurul’da bu sorunların konuşulması bir anlam ifade ediyor mu?
Bu soruya cevap vermeden önce BM’nin hangi amaçla kurulduğuna biraz değinelim...
1945 yılında, dünya sorunlarına barışçı çözümler üretilmesi amacıyla kuruldu BM. İkinci Dünya Savaşı gibi, doğrudan ve dolaylı olarak 80 milyon civarında insanın ölümüne yol açmış bir felaketin yeniden yaşanmamasıydı amaçlarından biri. BM aracılığıyla dünya devletlerinin savaşmaları engellenecek ve insan haklarının korunması sağlanacaktı. Devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmasının önüne geçilecek ve uluslararası hukuka aykırı hareket eden devletlere ancak BM kararıyla müdahale edilecekti.
Bütün bu amaçlara ulaşılması için, BM Anlaşması’nın yanında onun öncülük ettiği sayısız uluslararası hukuk belgesi imzalandı. Üye devletler imzaladıkları uluslararası sözleşmelerle, birbirlerinin egemenliklerine saygı göstereceklerini, insan haklarının korunması için çalışacaklarını ve uluslararası hukuka aykırı kuvvet kullanmaktan kaçınacaklarını taahhüt ettiler. Bu taahhütleri yerine getirmeyecek devletleri uluslararası hukuka uygun davranmaya zorlamak için BM bünyesinde Uluslararası Adalet Divanı ve gerektiğinde kuvvet kullanma kararı verebilecek olan Güvenlik Konseyi kuruldu.
Peki, alınan bütün bu kararlara rağmen neden dünyada milyonlarca insan savaşlarda hayatını kaybediyor, on milyonlarca insan mülteci durumunda ve ağır insan hakları ihlalleri yaşanıyor?
BM’nin kurulması ve sonrasında uluslararası hukukun geliştirilmesi çerçevesinde imzalanan anlaşmalar neden o zamana kadar geçerli olan “güç politikasının” yerine “hukuku” hâkim kılamadı?
Bu sorulara cevap verebilmek için, BM sistemini kuran devletlerin gerçek niyetlerine bir göz atmak gerekir.
İkinci Dünya Savaşı’nın galibi olan ABD, Sovyet Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin BM’yi kurarken aslında yeni savaşların çıkmasının engellenmesinden çok, savaşla birlikte elde ettikleri kazanımları kalıcı kılmaya odaklanmışlardı. BM sisteminin en etkili yaptırım organı olarak tasarlanan Güvenlik Konseyi’ndeki karar mekanizmasını düzenlerken kendileri için uygun gördükleri veto mekanizması aslında “hukukun” değil de “gücün” hâkim olmasını istediklerinin açık bir göstergesi olmuştur.
Bu veto mekanizması sayesinde kendilerini garanti altına almışlar, dünyanın herhangi bir köşesindeki saldırganlıklarına karşı Güvenlik Konseyi’nin harekete geçmesini engellemişler ve kendi çıkarları aleyhine herhangi bir müdahale ya da başka yaptırım kararının alınmasına izin vermemişlerdir. Ancak bu şekilde kilitledikleri yaptırım mekanizması yüzünden dünya barışının korunması konusunda gerçekten etkili olabilecek olan BM’nin ölü doğmasına yol açmışlardır.
Uluslararası hukuku en fazla ihlal eden bu veto hakkına sahip ülkelerin, dünya barışı yerine kendi çıkarlarının korunmasına odaklanan bu tutumları BM döneminde yaşanan savaşların, kitlesel ölümlerin ve mülteci sorunlarının temel sebebini oluşturuyor. Bu hastalıklı yapısı nedeniyle BM, altı yıldır süren ve 600 binden fazla insanın ölümüne, 10 milyondan fazla insanın mülteci durumuna düşmesine yol açan Suriye Savaşı’na müdahale edemiyor. Tıpkı Irak, Bosna, Yemen, Libya, Gazze savaşları ve benzerlerine müdahale edemediği gibi.
İsrail’in Gazze saldırılarında kasıtlı olarak vurduğu içi mülteci dolu BM bayraklı binaları bile koruyamayan, Esad ve Rus uçaklarının Suriye’de vurduğu BM bayraklı yardım konvoylarını bile korumaktan aciz olan Birleşmiş Milletler ne işe yarar?
Ancak veto hakkına sahip beş daimi üyesinin keyfine göre hareket eden Birleşmiş Milletler için köklü bir reformun zamanı geçeli çok oldu. Gerçekleşmesi çok zor olan böyle bir reform yapılana kadar ise bütün devletlerin, BM ve onun temsil ettiği uluslararası hukuka değil kendi güçlerine güvenmeleri gerekiyor.
[Türkiye, 21 Eylül 2016].