Son dört seçimin muhalefet cenahındaki değişmez başlıklardan birisi de ‘eşit yarış’. Başbakan’ın kendileriyle eşit bir şekilde yarışmadığı ısrarlı bir şekilde dile getiriyorlar. Eşit yarıştan kasıtları ise kamu kaynaklarının sağladığı lojistik imkanlar. Her ne kadar, en son, 2013 sonbaharındaki demokratikleşme paketinde, siyasi partilere devlet yardımı kapsamının genişletilmesi yer alsa da, seçimlerin değişmez başlığı olarak ‘eşit yarış’ gündemdeki yerini koruyor.
Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefet partilerinin sebep olduğu siyasal anlamsızlığına bir çare ümidiyle ‘eşit yarış’ tartışması tekrar tekrar ısıtılıyor. Devlet televizyonuna dair giderilmesi gereken şikayetlerin dışında, ‘eşit yarışa’ dair ne kast ettiklerini pek anlamak mümkün değil. Seçimler sırasında seçilmişlerin sıfatlarından ve vazifeleri gereği sahip oldukları lojistikten tamamen azade olmalarını beklemek mantıklı değil. Zira mevzuatın sağladığı imkan miktarınca her siyasi parti birbirinden farklı partilere oy veren vatandaşların ayrım yapılmaksızın vergileriyle finanse ediliyor. MHP’ye oy veren bir vergi mükellefi BDP’yi, AK Parti’li bir mükellef de CHP’ye mali destek sağlıyor. Bu mali destekle partiler lojistik masraflarını büyük ölçüde karşılıyorlar. Tartışmanın absürt bir noktaya gitmesini arzulamıyorsak, bütün sorunlarına rağmen, Amerikan tarzı lobilerin oyuncağına dönen siyaset finansmanına göre çok daha makul bir noktada olduğumuz söylenebilir.
Bütün bunlara rağmen muhalefetin gündeme getirdiği ‘eşit yarış’ tartışmasının oldukça esaslı ve haklı bir tarafı var. Gerçekten eşit bir yarış yok ortada. Bu durum lojistikle de çözülebilecek bir sorun değil. Yani devlet imkanlarıyla her üç isme de aynı lojistik sağlansa da sorun hallolmuyor. Çünkü mesele bu değil. Bahçeli bir uçağı olmadığı için Diyarbakır’a gidemiyor değil, Demirtaş Yozgat’ta miting otobüsü olmadığı için toplantı yapamıyor değil, İhsanoğlu devletin bir kanalı sadece kendisine tahsis edilmediği için kitlelere seslenemiyor değil. Kriz siyaset yerine projeyi, siyasi bir pozisyon almak yerine ittifak teknolojisine sarılmalarından kaynaklanıyor.
Sorun, Bahçeli’nin “masumların nidası, mazlumların hamisi, sessiz milyonların tercümanı, kenara itilenlerin rüyası, horlananların davacısı, küçümsenenlerin alacaklısı, Anadolu bozkırlarının çığlığı” şeklinde tarif ettiği adaylarının haksız bir şekilde yarışa dahil olmasında. Evet ortada eşit bir yarış yok. Zira adayın birisi bütün elemelerden geçerek yarışa katılma hakkı kazanmışken, diğer aday paraşütle start çizgisine indirilmiş durumda. Erdoğan cumhurbaşkanlığına aday olmak için yaslandığı mücadele tarihi kırk yıl iken, İhsanoğlu’nunki kırk dakikalık bir görüşmeden ibaret. Hal bu olunca da eşit bir yarıştan bahsetmek mümkün değil.
Siyasi ahlak ve ciddiyet böylesi bir manzaranın ortaya çıkmamasını gerektirirdi. Ama Bahçeli ve Kılıçdaroğlu siyasetin dibine kibrit suyu dökmeye karar verdikleri gün, ‘eşit olmayan bir yarışı’ başlattılar. İhsanoğlu en azından bu kontejan aday statüsünün mahcubiyetini biraz olsun üstünde taşımalı ve şikayet dilinden uzak durmalıydı. Ciddi bir medya desteği ve iki siyasi partinin teşkilatları arkasında dururken, en kötü senaryoda yüzde otuzlarda oy alacakken, yaşananın koskoca bir sanal dizayn olduğu ortadayken, kendi tercihiyle bulunduğu yerde süreci tamamlamalıdır. Bütün stratejisini seçimin tabiatıyla kavga etmek üzerine kurmuş bir adayın, yarışla ilgili şikayetlerinin de olmaması beklenirdi.
Öyle ki, yedi yıl önce cumhurbaşkanı seçtirmemek için hayat memat uğraşan, yedi sonrasında ise cumhurbaşkanı adayı gösteremeyenlerle kendi içerisinden çıkan son cumhurbaşkanı adayını linç eden bir diğer partinin ittifak adayı olmak, yeterince sıkıntılı bir durum. Hal bu iken; alnının teriyle, kırk yıllık mücadeleyle, siyasetin her aşamasından, vesayet rejiminin cenderesinden geçmiş bir adayın karşısında; zahmetsiz bir şekilde yer almanın varoluşsal ‘adaletsizliğini’, giderilebilir lojistik kaynaklı ‘eşitsizlik’ şikayetleriyle telafi etmek mümkün değildir.