ABD başkanlık seçimini Donald Trump’ın yeniden kazanması dünya genelinde olduğu gibi Ortadoğu, Avrupa Birliği (AB) ve Rusya-Ukrayna savaşı bağlamında da önemli yankılar uyandırdı. Trump’ın dış politika deneyimi ve önceki başkanlık dönemindeki söylemleri yeni dönemde nasıl bir strateji izleyeceğine dair bazı ipuçları veriyor. Bu konuda görüşlerine başvurduğumuz Can Acun, M. Hüseyin Mercan, Aylin Ünver Noi ve Murat Aslan, Trump yönetiminin dış politikada atacağı muhtemel adımların bölgesel dengeleri nasıl etkileyebileceği üzerine kapsamlı değerlendirmelerde bulundular.
Ortadoğu’da İsrail, İran ve Türkiye ile ilişkilerde nasıl bir rota izleneceği, Gazze ve Filistin sorununda Trump’ın ne tür bir tutum takınacağı, ABD-AB ilişkilerinin geleceği ve Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşına olası müdahalesi uzmanlarımızın ele aldığı başlıca konular arasında yer alıyor. Trump’ın izleyebileceği stratejik hamleler ise Siyonist lobilerle ilişkilerden AB ile ticaret ve güvenlik politikalarına, NATO ile ittifakların güçlendirilmesinden Ukrayna’ya yönelik yardımların kesilmesine kadar geniş bir yelpazeye uzanıyor. Kısaca Trump’ın yeniden göreve gelmesi küresel dengelerde yeni bir dönemi başlatma potansiyeli taşıyor.
Hazırlayan
Uzmanlar
Ortadoğu
Trump’ın Ortadoğu’ya yönelik dış politika stratejisi nasıl şekillenecektir? ABD’nin bölgedeki müttefikleri –özellikle İsrail, Türkiye ve Körfez ülkeleri– ile ilişkilerinin nasıl bir seyir izlemesi beklenmektedir? Ayrıca Trump yönetiminin İran ve Suriye politikaları ile CAATSA yaptırımları konusunda hangi adımları atması öngörülmektedir?
Trump’ın siyasal müktesebatı, ilişkiler ağı ve seçim kampanyasındaki söylemlerini analiz ettiğimizde, Ortadoğu bağlamında olası dış politikasına dair bir çerçevenin ortaya çıktığını söylemek mümkün görünüyor. Ancak halen önemli belirsizlikler de söz konusu.
Genel bir değerlendirme yaptığımızda Trump’ın ülkesini kendi döneminde büyük bir askeri maceraya sokmak istemediği söyleyebiliriz. Zira savaşları başlatan değil bitiren bir başkan olmayı arzu ediyor. Bu bağlamda genel kanının aksine Trump döneminde ABD ve İran arasında bir savaşın ortaya çıkma ihtimali düşük görünüyor. Olası bir savaşın ABD’nin enerjisinin bölgede tüketilmesine yol açması ve bundan da Trump’ın en büyük stratejik tehdit olarak gördüğü Çin’in yararlanması söz konusu. Trump elbette İsrail’in çıkarlarına hizmet edecek şekilde ülkesinin gücünü zaman zaman sahada kullanabilir ancak bu durum ABD’nin doğrudan savaşa gireceği nitelikte olmayacaktır. Trump, Gazze ve Lübnan’da görece İsrail lehine bir ateşkes anlaşması için çaba sarf edecektir. Burada Siyonist güç odaklarının Trump’ın üzerinde ne derece bir etkiye sahip olduğu önemli bir risk faktörü. Amerikan çıkarlarına hizmet etmemekle birlikte Siyonistlerin dayatmasıyla askeri nitelikte bazı adımlar da atılabilir.
Trump döneminde Körfez ülkeleriyle siyasi, iktisadi ve askeri ilişkilerde bir ivme göreceğimiz çok açık. Yine Erdoğan-Trump ilişkisi bağlamında Türk-Amerikan ilişkilerinde de yeni bir döneme girilebilir. Liderlerin birbiriyle kurdukları samimi angajman iki ülke ilişkilerinin normalleşmesine hizmet edecektir. Trump ve yakın ekibi Türk-Amerikan ilişkilerinin önündeki en büyük engelin ABD’nin Suriye politikası ve PKK/YPG’ye verilen destek olduğunun farkında. Türkiye lehine atılacak adımlar iki ülke ilişkilerinde yeni bir beyaz sayfa açacaktır. Yine Trump döneminde CAATSA yaptırımlarının da geri çekilmesi muhtemel. Az önce zikrettiğim gibi burada da temel risk faktörü Siyonistlerin ilgili pozisyonu ve Trump yönetimi üzerindeki etki güçleri olacaktır.
İsrail-Filistin Bağlamı
ABD başkanlık seçiminin ardından Trump yönetiminin Gazze ve Filistin sorunu karşısındaki tutumu nasıl şekillenecektir? Trump’ın İsrail’in saldırgan politikalarına karşı atacağı adımlar ve bölgedeki gerginliği azaltmak için izleyeceği strateji ne olacaktır? Ayrıca Trump’ın göreve başlamasıyla birlikte Tel Aviv yönetimine yönelik olası tepkileri ve Siyonist lobilerle ilişkilerinde nasıl bir denge kurması beklenmektedir?
ABD başkanlık seçiminin sona ermesiyle yeni dönemde gündemin ilk sırasında yer alacak başlıklar arasında bir yılı aşkın süredir büyük bir soykırımın yaşandığı Gazze’nin geleceği ve işgal devletinin artan saldırganlığının nereye evrileceği gelmektedir. Joe Biden yönetiminin oldukça kötü bir sınav verdiği bu dönemde Demokratların başkan adayı Kamala Harris’in yaşanan insanlık krizinin sonlandırılmasına yönelik somut adımlar at(a)maması ya da ikna edici vaatler sunmaması, Trump’a oldukça önemli bir avantaj sağladı. Seçim kampanyası boyunca bölgedeki savaşı durduracağını ve istikrarlı bir ortam inşa edeceğini iddia eden Trump, çizdiği güçlü başkan profiliyle sadece Amerikan vatandaşlarına değil aynı zamanda tüm kesimlere net mesajlar verdi.
Trump’ın seçim zaferinin ardından yüzleşeceği ilk meydan okumaların başında Gazze’deki soykırım ve genişleme ihtimali yüksek savaş gelmektedir. Hem Filistin hem de İsrail tarafının yeni Amerikan başkanından beklentileri dikkate alındığında Beyaz Saray’ın önümüzdeki sürecin yol haritasını çok ince bir strateji dahilinde belirlemesi gerektiği aşikardır. Tel Aviv yönetiminin katliamlara aralıksız devam etmesi ve Filistin’in işgalinin yanı sıra Lübnan topraklarında da benzer bir eyleme kalkışması, Trump’ın bir önceki dönemde başlattığı Arap-İsrail normalleşmesinin sağlanmasına yönelik yeni ortamın oluşmasına izin vermeyecektir. Bu bağlamda Trump, Siyonist yönetim ve destekçisi Yahudi lobileri ile Arap rejimleri arasında ikilem yaşamak zorunda kalacaktır. Ne Siyonistleri ne de Arapları kaybetmeyi göze almayacağı için Trump’ın bu süreçte Filistin ve özellikle de Gazze bağlamında yapıcı bir aksiyon alacağı öngörülmektedir.
İşgal devletinin saldırganlığını sonlandırma konusunda Trump gönülsüz davranır ya da gerekli hamleleri yapmazsa Binyamin Netanyahu ve hükümetinin gerilimi tırmandırmaya yönelik daha radikal adımlar atması kaçınılmaz olacaktır. Yeni Amerikan yönetiminden bulacağı cesaretle Netanyahu’nun işgal sınırlarını genişletmesi bölgenin dengesini tam anlamıyla sarsacak ve kırılganlığı artıracaktır. Trump tarafından yeni yönetim kadrosu ilan edilmeden İsrail-Filistin çatışmasının geleceğine ve Ortadoğu’daki denkleme dair net bir çerçeve sunmak pek mümkün olmayacaktır. Dışişleri ve savunma bakanlarının atanması ve güvenlik bürokrasisinin şekillenmesiyle aslında Trump’ın Tel Aviv’in saldırganlığına karşı izleyeceği siyaset daha net bir şekilde anlaşılacaktır.
Bununla birlikte Trump’ın yemin ederek göreve başlayacağı 20 Ocak’a kadar vereceği mesajlar da hayli önemlidir. Resmi olarak görevine başladıktan sonra Netanyahu hükümetini sınırlandırma yolunu seçse dahi bu, önümüzdeki yaklaşık iki buçuk ay boyunca İsrail’in sınırları zorlayacak şekilde saldırganlığını artırmasına göz yumacak açıklamalar yapmayacağı anlamına gelmemektedir. Bu nedenle önümüzdeki günlerde Trump ve Netanyahu arasındaki diyalog ve mesajların sürecin seyrini okumaya dair ipuçlarını sunacağı tahmin edilmektedir. Arap dünyasında bir meşruiyet sorunuyla karşı karşıya gelmemek ve bölgesel düzeyde kapsamlı bir savaşı engellemek için Tel Aviv’e net uyarılar yapması Trump’tan beklenildiği gibi aynı zamanda Siyonist lobiyi karşısına almamak ve daha önceki İsrail yanlısı siyasetine gölge düşürmemek adına da göreve başlayana kadar Netanyahu ve ekibinin saldırılarına onay vermesi, mevcut göstergeler ışığında gerçekleşme ihtimali en yüksek senaryodur.
ABD-AB İlişkileri
Trump’ın yeniden Amerikan başkanı seçilmesinin ardından ABD-AB ilişkileri nasıl bir seyir izleyecektir? Trump yönetiminin güvenlik, ekonomi ve Ukrayna krizi gibi konulardaki politikaları bu ilişkileri nasıl etkileyecek ve AB’nin kendi güvenlik ve ticaret politikalarında hangi değişimlere yol açacaktır?
Trump’ın daha önce Amerikan başkanı olması ve geçmiş deneyimler önümüzdeki süreçte ABD-AB ilişkileri açısından nasıl bir politika izleyeceği hakkında az çok fikir sahibi olmamızı sağlıyor. Daha seçim kampanyaları esnasında Trump’ın söylemleri özellikle güvenlik ve ekonomi konularıyla ilgili AB üye devletlerinin özellikle bazılarında alarm zillerinin çalmasına neden olmuştu. Bazıları diyorum çünkü Macaristan gibi bazı AB üye devletlerinin Trump ile benzer politikaları bulunmakta. Macaristan Başkanı Victor Orban ülkesi AB dönem başkanı iken “Barış Misyonu” olarak adlandırdığı liderlerle görüşme kapsamında Mar-a-Lago’da Trump ile bir araya gelmişti. AB üye devletleri içinde Ukrayna ile savaşın bitmesini isteyen tarafların resmi olmayan temsilcisi olarak bu görüşmeleri gerçekleştirmişti. Bu görüşmeden ötürü AB içinde hem Birlik kurumlarının başındaki isimler hem de bazı üye devletlerin eleştirilerine maruz kalarak AB içindeki dış politika yapımında ortak duruşa, Birliğin Rusya politikasına zarar vermekle suçlanmıştı.
Rusya-Ukrayna savaşına yönelik Brüksel ve yeni Washington yönetimlerinin farklı yaklaşımları/politikaları ve Trump yönetiminin NATO ile ilgili genel görüş ve yaklaşımı AB’yi halihazırda başlattığı NATO dışında Birliğin kendi güvenlik politikasını daha da güçlendirecek somut adımlarla desteklemesine neden olabilir. Zaten AB’ye savunma ve güvenlik konusunda stratejik otonomi sağlayacak bu süreç halihazırda başlatılmıştı. Trump’ın seçilmesinin güvenlik dışında taraflar arasındaki ticarete de etkisi olacağını unutmamak gerek. Biden döneminde AB ve ABD’nin Çin’e karşı ticaret politikalarında bir uyum vardı ve bu, Çin’i sınırlama politikasıydı. Ancak Trump’ın uygulamayı düşündüğü yüksek tarifeler, üretimi ABD’ye taşıma ve fosil yakıt odaklı üretim ile AB’nin serbest ticaret ve yeşil enerji odaklı üretim ve ticaret politikaları da birbirinden farklı. Bu farklılık AB’yi hem Çin hem de ABD ile ticaret politikalarında karşı karşıya getirecek zorlukları ortaya çıkarabilir. Obama döneminin Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (Transatlantic Trade and Investment Partnership, TTIP) ile ABD ve AB arasında yapılmaya çalışılan yatırım ve ticaret anlaşması ile dünyada bu konuda kuralları belirleyen iki büyük ekonomik gücün ekonomik ilişkilerini ileri bir düzeye taşıma beklentisi üzerine kurulu yaklaşımın yeniden canlandırılması ümidi de tamamen ortadan kalkmış oluyor. Dahası taraflar ticarette bir anlaşmaya varamazsa bu durum AB’nin ekonomik olarak resesyona girmesine neden olabilecek bir süreci tetikleyebilir. Netice itibarıyla ABD-AB ilişkilerinde güvenlikten ekonomiye kadar Trump’ın ve “Önce Amerika” üzerine kurulu politikasının etkilerini göreceğiz.
Rusya-Ukrayna Savaşı
Trump’ın yeniden Amerikan başkanı seçilmesinin Rusya-Ukrayna savaşına etkisi nasıl olacaktır? Trump’ın Ukrayna’ya yapılacak yardımları kesme olasılığı, Putin ile olası görüşmeleri ve Avrupa üzerindeki etkileri dikkate alındığında bu durum bölgedeki dengeleri nasıl değiştirebilir?
Trump’ın yeniden Amerikan başkanı olmasının Rusya-Ukrayna savaşına etkisini öngörmek sadece Trump ile ilgili bir husus değil. Rusya, Avrupa ve Ukrayna’yı aynı anda sepete koymak ve Trump’ın bu üçlüyü aynı anda zihnine nasıl yerleştireceğini anlamak gerekiyor.
Üç aktörden Ukrayna’ya öncelik vermek faydalı olabilir. Trump’ın sarf etmiş olduğu söylemler incelendiğinde kolayca Rusya-Ukrayna savaşına yönelik yeni Amerikan politikası tahmin edilebilir. “Kendisi görevde olsaydı savaşın başlamayacağını ve savaşı saatler içinde bitirebileceğini” iddia eden Trump’ın bu iddiasını nasıl gerçekleştirebileceğine dair herhangi bir bulgu yok. Ancak Trump’ın “Zelenski, ABD’ye her geldiğinde 60 milyar dolar alıp gidiyor” sözü ibrenin Ukrayna aleyhine döndüğünün emaresidir. Bu sözler Ukrayna’ya sağlanacak Amerikan yardımının kesilebileceğini haber veriyor.
Trump, Kiev yönetimine desteği keser ve Putin ile doğrudan görüşüp savaşı bitirmek isterse Avrupa için korkulu rüya gerçekleşmiş olacak. Çünkü Putin, Trump’ın öne sürebileceği koşulları kabul etmek yerine kendi şartlarını dikte etmek isteyecektir. Kursk’ta Ukrayna askerinin bulunması ve Rusya’nın Kuzey Kore askerlerine rağmen bu alanı tekrar ele geçirememesi an itibarıyla en kıymetli gelişme olarak ortaya çıkıyor. Böyle bir durumda Trump, Ruslar için ara bulucu rolü oynayabilir. Ancak Putin böyle bir trampayı kabul edebilecek bir karakterde değil.
Savaşı bir maliyet olarak gören Trump için muhtemel diğer bir seçenek –özellikle Avrupa söz konusu olduğunda– iş adamı gibi davranmak olabilir. Bu minvalde Rusya’nın Ukrayna’da yıpranmasını izlerken Avrupa’ya sağlanan güvenliğin maliyetini tahsil etmek ve bu doğrultuda Kiev yönetimine verilen Amerikan silahlarının ücretini Avrupalılardan talep etmek tercih edilebilir. Bu yolla Amerikan savunma şirketlerinin Avrupa’ya halen satmakta olduğu silahlarla yakalamış olduğu momentumu koruyabilir. Ayrıca uzun dönemli silah satışı anlaşmaları ile Avrupa’nın ABD’ye bağımlılığını da artırabilir.
Sonuç olarak Trump, Putin’e Kursk karşılığında barış vadederken Avrupalılara ise savaş karşılığında silah vermek ve toprakları tırpanlanmış bir Ukrayna’yı savaştan çıkartmak stratejisini tercih edebilir.