Yaklaşık iki yıldan bu yana Türkiye ciddi güvenlik meydan okumalarıyla karşı karşıya.
Bir tarafında etnik radikalleşmenin beslediği PKK terörü diğer tarafında da tekfirci mesiyanizmin yer aldığı DAEŞ terörü Türkiye'ye yönelik eşzamanlı bir saldırı cephesi oluşturmuş durumda. Bu cephenin belki de en kapsamlı olanı en son İstanbul Atatürk Havalimanı'nda hayata geçirildi. 40'tan fazla insanın hayatını kaybetmesine ve 150'den fazlasının da yaralanmasına neden olan saldırı DAEŞ terörünün Türkiye için giderek polisiye bir problem olmaktan çıkarak uzun vadeli stratejik bir soruna dönüşmekte olduğunun işaretlerini veriyor.
DAEŞ'in Türkiye için stratejik bir soruna dönüşmekte olduğunu gösteren üç temel sebep var. Birincisi Türkiye içindeki DAEŞ saldırılarının çarpıcı ve hızlı dönüşümü. İkincisi DAEŞ'in Türkiye'de yerelleşmeyi hedefleyen stratejisi.
Üçüncüsü ise Türkiye'nin DAEŞ karşıtı politikasının örgüte maliyetinin giderek artması sonucu Türkiye'yi bir bütün olarak hedef alması.
Birincisi düzeyin anlaşılması için üç tamamlayıcı değişkenin tekrar eden ve değişen unsurlarına bakmak gerekir.
Bunlar hedef, taktik ve saldırganların profilleri. DAEŞ'in bugüne kadar Türkiye içinde gerçekleştirdiği 7 saldırının hedefleri, taktikleri ve eylemi gerçekleştirenlerin profillerinde bir değişim olduğu anlaşılıyor. Bu değişim elbette kendiliğinden gerçekleşmedi. Her bir saldırının Türkiye ve bölgesel eksende yaşanan çatışma bağlamında gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Diyarbakır ve Suruç'ta gerçekleşen intihar saldırıları büyük ölçüde Suriye içi YPG-DAEŞ çatışmasının PKK bağlamına oturtularak Türkiye içine taşınması anlamını taşıyordu. Kullanılan yöntem bireysel bir canlı bomba eylemi, hedef belirli bir siyasi grup, eylemi gerçekleştirenler ise Türk vatandaşıydı.
Daha sonraki Ankara Gar saldırısında aynı özellikler tekrar etti. Bu saldırıların ortak özelliği eylemi gerçekleştirenler arasında bir bağın olmasıydı. Ayrıca bu saldırganlar Suriye'de DAEŞ saflarında kısa sürelerle yer aldıktan sonra Türkiye'ye gelerek saldırıyı gerçekleştirmişlerdi.
Gar saldırısında ayrıca eylemci profiline yabancıların dahil olmasına şahit olduk.
Sultanahmet ve Taksim saldırılarının hedeflerinde ve eylemci profillerinde bir değişim yaşandı. İlki Suriye'den Türkiye'ye geçen, DAEŞ saflarında bomba eğitimi alan ve Türkiye'deki yerel hücrelerin lojistiğini kullanan bir Suriyeli idi. Bu saldırının hedefinde yabancılar vardı. Bu durum aynı zamanda yerel hücrelerle dışarıdaki eylemcilerin bir araya gelmesine işaret etti. Taksim saldırısı hedefinde yabancıların yer aldığı yerel hücre ağını kullanan bir intihar eylemiydi. Bu saldırılarla birlikte örgütün spesifik hedeflerinde bir değişime giderek Türkiye'yi bir bütün olarak hedef tahtasına yerleştirdiğine şahit olduk. Bu terör eylemleri aynı zamanda saldırılara yabancı nüfuzunun zerk edildiğinin açık bir göstergesi niteliğindeydi.
Atatürk Havalimanı'na yönelik saldırıda ise değişim bakımından tam bir kırılma ortaya çıktı. Hedef daha stratejik, mesaj daha küresel, taktikler hibrid, eylemci profili ise yabancı terörist savaşçılardan oluşan çok-milliyetli bir özellik arz ediyordu.
Özellikle taktiksel olarak salt intihar özelliğinden "intihar savaşçısı" modeline doğru bir değişim yaşandı. Bu model temel olarak panik yarat, otomatik silahlarla saldır ve kendini patlat şeklinde işleyen, amacı mümkün olduğunca fazla zarar vermek olan bir eylem türüydü. Saldırganlar ise muhtemelen Suriye'de DAEŞ saflarında yer almış üç farklı ülkeden yabancı terörist savaşçılardı. Böylece bu saldırılarla birlikte daha sofistike ve karmaşık planlanmış bir eylem modeli ortaya çıkmış oldu. Bir bütün olarak ele alındığında kısa zamanda niceliksel ve niteliksel düzeyde çarpıcı dönüşüm DAEŞ'in uzun vadeli bir soruna dönüşebileceğini gösteriyor.
Uzun vadeli stratejik bir soruna dönüşme potansiyelini oluşturan unsurlar bunlarla da sınırlı değil.
Dönüşümün hissedildiği bir başka düzey ise DAEŞ'in merkezden bağımsız bir şekilde Türkiye'de karmaşık bir yerelleşme stratejisini hayata geçirmeye çalışması.
Buradaki tehlike birkaç sorunun kademeli bir biçimde bir araya gelmesinden kaynaklanıyor.
İlki Türk yabancı terörist savaşçıların varlığı. Ne kadar savaşçının DAEŞ'in saflarında yer aldığı, ne kadarının sahada öldüğü ve ne kadarının geri döndüğü ya da dönecek olacağı belirsiz olmasına rağmen daha sonraki terör saldırılarının temel kaynağına dönüşme riski oldukça büyük. Üstelik bunların döndükten sonra Türkiye içinde nasıl bir yapılanmaya gideceği de belirsiz.
İkincisi ise Türk olmayanların mevcut çatışmadan ya kaçmak için ya da isteyerek Türkiye'yi geri dönüş güzergahı için bir hedef olarak görmesinin oluşturduğu riskler var. Bir de bunlara Türkiye içi hücreleri yapılandırmak için geliştirilebilecek örgüt stratejisi eklendiğinde bu riskin uzun vadeli bir soruna dönüşme potansiyeli oldukça yüksek.
Üçüncüsü de bu dalganın radikal bir köktenci dip dalgayı sosyolojik olarak besleme riski. Bugüne kadar gerçekleşen saldırıların hepsinde de bu dip dalga kendini gösterdi. Özellikle son dönemde yapılan ülke içi operasyonlarda yakalan kişilerin profillerinde yaşanan çok-milliyetli çeşitlilik bu riski daha çok besleyebilir.
Stratejik sorunun son halkasını ise Türkiye'nin ulusal DAEŞ ile mücadele stratejisi oluşturuyor. Özellikle Türkiye içinde DAEŞ'e yönelik yapılan emniyet operasyonları, sınır ötesi yapılan operasyonlar ve Türkiye'nin küresel DAEŞ'le mücadele koalisyonunun bir parçası olması örgütün Türkiye'yi hedef alma sebeplerini çoğaltıyor. İlginç bir biçimde Türkiye hem DAEŞ'le mücadelenin bir cephesi hem de DAEŞ kaynaklı saldırıların merkezinde yer alıyor.
Bütün bunlar bir bütün olarak ele alındığında, DAEŞ'in Türkiye için uzun vadeli daha büyük bir stratejik tehdit olabileceğini gösteriyor.
[Sabah Perspektif, 2 Temmuz 2016].