İSRAİL, yeni ABD Başkanı Obama yemin etmeden evvel, görevi devretmek üzere olan Bush’un da inisiyatif alamayacağı bir dönemde Gazze katliamını başlattı. Obama taç giymezden bir gün önce de Gazze saldırılarına tek taraflı ateşkes ile son verdi.
Tek taraflı ateşkes kararıyla İsrail: 1) Yarı-tanrısal bir eda ile Filistinlilerin varlık ve yokluklarına yegane karar vericinin kendisi olduğunu vurgulamayı 2) Obama’ya hesabı görülmüş bir katliamla Ortadoğu’yu servis ederek “çaresiz ama elleri henüz kirlenmemiş başkan” havasını korumayı 3) Bölge ülkelerinin, başta Türkiye’nin rolünü asgari düzeyde göstermeyi 4) Binlerce Gazzeliyi katletmesine rağmen, ne kendisine ne de dünya kamuoyuna bu saldırılardan ne kazandığını açıklayamamasının üstünü örtmeyi amaçladı. Türkiye açısından Filistin’de yaşanan katliamın öne çıkan üç boyutundan bahsedebiliriz. Birincisi, Filistin meselesine, ilk kez, bu denli toplumsal bir coşku ile sahip çıkılmasıdır. İkincisi, Türkiye’nin dış politika açılımlarının eski Osmanlı coğrafyasında derinleştikçe tabii olarak güçlenmesi ve rafine hale gelmesidir. Son olarak, Türkiye çıkışlarıyla Ortadoğu’da sorunun kaynağına ışık tutmuştur: Sorun, İsrail sorunudur!
Ortadoğu’da İsrail sorununu anlamadan yapılan her tartışma Filistin’de yaşanan dramın siyasal boyutlarını ıskalamaya mahkumdur. Filistin’de, Batı Şeria ve Gazze’nin aynı topraklarda ayrı dünyalara dönüşmesi gibi el-Fetih ve Hamas’ın aynı davanın birbirine yabancı iki unsuru haline geldiği doğrudur. Arap dünyasının en az iki eksen üzerinden birbirinden koptuğu da doğrudur. Filistin’in kendi topraklarında İsrail tarafından işgal edildiği kadar; etrafının da İsrail adına vekalet savaşı veren Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan tarafından işgal edildiği de doğrudur. İsrail’in uluslararası sistemin artık tamamen anlamsızlaşmasına yol açacak şekilde vurdumduymaz ve sistemin kaldıramayacağı ölçüde irrasyonel hale geldiği de doğrudur. Obama’nın Ortadoğu temsilcisi en fazla iyi polisi oynayabilecekken; en yakın danışman kadrosundan önde gelen isimlerin Bush döneminde bile olmadığı kadar aleni Siyonist oldukları da doğrudur. Lakin bütün bunlardan daha fazla olan doğru ise şudur: Filistin İsrail işgali altındadır. Bu oldukça yalın ve sıradan görünen cümleyi, en kanlı katliamların olduğu son bir ay içerisinde pek sık duyduğumuz söylenemez. Tıpkı Oslo sonrası Filistin üzerine bin sayfalık bir kitap kaleme alan, ama bir kez olsun “işgal” kelimesini kullan(a)mayan Mahmut Abbas gibi. Evet, Filistin işgal altındadır ve dolayısıyla “Filistin sorunu” yerine “İsrail sorunu”nu konuştuğumuz ölçüde Filistin’de yaşananları siyasal bir bağlama oturtabiliriz.
Küresel medya manipülasyonunun icat ettiği orantısız güç (saldırganlık), toplu cezalandırma (savaş), anlaşmazlık (işgal), terör (direniş), kontrol (abluka), sivil ölümler (katliam), barış süreci (İsrail talepleri), Filistin’de birliğin olmaması (seçilmiş hükümeti tanımama), tartışmalı silah kullanımı (savaş suçları) vb. söylem iktidarı, İsrail lehine kullanıldığı sürece Filistin’de yaşananları anlamamız mümkün değildir. Öncelikle bu söylem kirlerinden temizlenmiş tutarlı bir dilin en azından Filistin’e duyarlı insanlar arasında yerleşmesi gerekmektedir. Son bir ay içerisinde Türk medyasında sıklıkla görülen mezkur ucuz manipülasyonlara rağmen sokakları dolduran milyonlarca insan adeta dünyanın vicdanı haline dönüştüler. “Hamas İstanbul’u Savunuyor, Farkında mısınız?” pankartında kendisini bulan Türkiye’nin sesi, ilk kez bütün sosyolojiyi bir mesele üstünde bu denli tartışmasız bir şekilde bir araya getirdi. Bu ise gerek halkın Filistin’e olan hassasiyetini göstermesi gerekse de Türkiye’de bütün milleti yekvücut hale getiren meselenin “bir dış mihrak” olması açısından manidardı. Bir kez daha Batıcı sınırlar, oldukça tabii bir millet darbesiyle yerle yeksan edilmiş oldu. Türkiye, mirasına yüzünü her döndüğünde, içeride icat edilmiş suni ayrılıkların bir kez daha anlamsızlaştığı görüldü. Bu yönüyle pankartta yazıldığı gibi Filistinlilerin gerçekten İstanbul’u müdafaa ettiğini söylemek abartı olmayacaktır.
Türkiye’nin son beş yıldır uygulamaya çalıştığı çok yönlü dış politika açılımları son İsrail saldırganlığı sırasında da test edilme imkanı buldu. Gazze saldırısında ortaya çıkan tabloda, işin teatral boyutuna takılmayan hemen herkes Türkiyesiz bir ateşkesin mümkün olamayacağını tespit etti. Bütün süreci İsrail lehine ciro etmekle geçiren Mısır ise Ortadoğu’da eski düzenin bir aktörü olduğunu bir kez daha ispatlayarak, neredeyse tüm kredisini tüketti. Türkiye zamanlaması uygun olmadığı için perde arkasında olmayı yeğlemese, Mısır’ın Filistin’le olan tek ilişkisi işgal altında tuttuğu Refah sınırı olacaktı. Türkiye’nin kartlarını olabilecek en üst düzeyde açıkça ortaya koyması, tavrını net bir şekilde göstermesi, son beş yıl içerisinde olgunlaşan dış politika adımlarının meyvesinin toplanabileceğinin ilk işaretleriydi. Bu süreçte Türkiye’ye haklı kazanımlarını bile yüz üstü bırakıp gitmesi için oldukça hızlı bir manipülasyon da uygulandı. Özellikle Amerika’nın omzundan ateş eden İsrail lobisi ve İsrail’in omzundan ateş eden bazı Türk medya organları, Türkiye’yi “Ermeni meselesinde diyet ödetmek”le, “PKK-Hamas analojileri” kurarak “başınıza kötü şeyler gelebilir” mesajlarıyla korkutmaya çalışıp, üç haftada(!) Türkiye’nin “eksen (medeniyet) değiştirdiği”ni iddia ettiler.
Türkiye’yi eski köhne düzenin sıradan bir aktörü olarak kodlamış ve öyle kalmasını arzulayan yerli-yabancı bu odaklar, hükümet üzerinde istedikleri etkiyi uyandıramadılar. Bir taraftan Türkiye’ye bu salvoları atarken, diğer taraftan Türkiyesiz bir İsrail’in neler kaybedebileceğini de hesaplıyorlardı. İşin aslı, Başbakan Erdoğan’ın duruşunda bir şey değiştirmediğini hissettikleri andan itibaren, Türkiye’nin İsrail’e ihtiyacından çok İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı etrafında tartışmalarını yoğunlaştırmaya başladılar. Türkiye artıları ve eksileriyle son duruşunu radikal bir değişikliğe tabi tutmadığı sürece hem İsrail hem de ABD karşısında elini güçlü tutmaya devam edecektir. İsrail son saldırganlığı ile uzun vadede bir kez daha devlet olmadığını, olamayacağını, en fazla “bir proje” olabileceğini ispatladı. Türkiye’nin projeler çöplüğüne dönmüş olan Ortadoğu’da en az çekineceği şey “bir projenin gücü” olmalıdır. Yemen’de, Suriye’de resimleri taşınan Başbakan Erdoğan’ın Filistin çıtasını yükselttiği nokta ortadayken, daha uzun yıllar kimsenin çıtayı aşağı çekmenin siyasi ve sosyolojik maliyeti altına girmesi mümkün değildir. Bu ise cari dış politikadan sapma değil, aksine yapısal hale getirilmesi için daha fazla çaba anlamına gelmelidir.