Türkiye ekonomisi, 2002 yılından bu yana sürdürülen reformlarla desteklenen tutarlı iktisat politikaları ile istikrarlı bir görünüm arz etmektedir.
Türkiye, içerisinde yer aldığı gelişmekte olan ülkeler kategorisi değerlendirmesinde yabancı sermaye çekmede gerek nüfus bakımından, gerekse jeostratejik konum ve ekonomik büyüklük bakımından bulunduğu konuma uygun bir pay alamamıştır. Türkiye, 2001 yılından başlayan reformları ile kamu bütçe dengesi, ekonomik büyüme ve enflasyon gibi makro ekonomik değişkenlerde önemli başarılar sağlamıştır. Makroekonomik anlamda küresel ekonomiye uyumu sağlayan yapısal reformlar, Türkiye’nin doğrudan yabancı yatırımlar için cazip hale gelmesini sağlarken; finans alanında yapılan reformlar Türkiye’nin küresel krizden hızlı bir şekilde çıkmasına yardım etmiştir. 2002 yılından itibaren AK Parti hükümetinin, AB adaylığı üyeliği sürecinin de katkısıyla hızla gerçekleştirdiği reformlar, ekonominin daha liberal hale gelmesi, finans alanında verimliliğin ve direncin artırılması ve sosyal güvenlik sisteminin yeniden düzenlenmesi de ekonomiye istikrar sağlamıştır. Bu reformlar ayrıca öngörülebilir bir ekonomik yapının oluşturulmasına katkı sağlamış ve yatırım ortamını iyileştirmiştir. 2010 yılında Anayasa’da yapılan değişiklik ile “Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz.” denilmesinin de yatırımları artırıcı bir etki yapacağı öngörülmektedir. Dolayısıyla, uluslararası doğrudan yatırımları çekmek için, ekonomik, siyasi ve yasal yönden istikrarlı bir ülke olmak önem arz etmektedir.
***
Günümüz koşullarında ülkeler, gerek gelişmiş, gerekse gelişmekte olan niteliklerine sahip olsunlar makro ekonomik hedeflere ulaşma konusunda aslında ortak amaçlar gütmektedirler. Tam istihdama ulaşma, fiyat istikrarını sağlama, adil gelir dağılımı, ödemeler dengesinin sağlanması gibi hedefler, tüm ülkeler için çağdaş normların yakalanması noktasında ortak öncelikler arasında yer almaktadır. Gelişmiş ülkeler, alt yapılarının görece tamamlanmış oluşu, sosyal ve ekonomik göstergelerde daha üst seviyelerde yer almalarından dolayı dünyada söz sahibi olma vasfına erişebilmişler ve bu hedeflere ulaşma konusunda göreceli olarak genellikle daha başarılı olmuşlardır. Gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunda ise yurtiçi tasarruf düzeyleri düşüktür. Bu nedenle, bu ülkelerin gayrisafi milli hâsılaları yetersiz, nüfusları da nispeten fazla olduğundan kişi başına düşen gelir düzeyleri düşük kalmaktadır. Bu ülkelerde yüksek oranda tüketim eğilimi, gelirden tasarrufa ayrılan payın düşük miktarlarda kalmasına yol açarken, ülkede bir tasarruf açığı ortaya çıkacağından, kaynak yetersizliği söz konusu olmaktadır. Bunun yanında, gelişmiş ülkelerde var olan teknolojik yenilikleri de içerebilecek yatırımların gerçekleştirilebilmesi zaten yetersiz durumda olan iç tasarruflara ilave olarak yabancı yatırımların katkısını gerektirmektedir.
Doğrudan yabancı yatırım kavramını çeşitli şekillerde tanımlamak mümkündür. Buna göre; “bir ülkenin kısa.