İsveç on yıllardır teröre vermiş olduğu desteğin maliyetini kendi iç siyasetinde de ağır bir şekilde ödemiş olan bir ülkedir. İsveç toprakları yıllar içinde terör örgütü PKK ve Türkiye'yi hedef alan diğer aşırı sol örgütler için güvenli bir sığınak haline geldi. Bu örgütler on yıllardır mali, siyasi, kültürel ve diğer birçok alandaki faaliyetlerini İsveç toprakları üzerinden yürüttüler. İsveç'in hukuki ve siyasi koruması bu örgütlerin dünya ile irtibatlarını sürdürmelerine yardımcı oldu. İsveç'teki varlıkları bu örgütlerin birçok başka ülkedeki faaliyetleri için bir koruma kalkanı oluşturdu ve meşruiyet sağladı.
İsveç'te bulunan terör örgütü ile doğrudan veya dolaylı bağlantılı kesimler Batı kamuoylarının itibar ettiği kavramları kullanarak ve bu ülkelerin diplomatik ve siyasi çerçevesinin verdiği ferahlıkla yaptıkları yasadışı birçok faaliyeti rahat bir şekilde sürdürdüler. Sistem içerisinde ne şekilde varlıklarını sürdürebileceklerine dair hukuki ve siyasi destek aldılar. Bu kavram setleri ve sivil toplum adı altında örgütlenmiş yapı ve ağları ve İsveç'te yer alan, ağırlıklı olarak siyasi iltica ile oluşan göçmen gettoları radikalleşme ve her türlü aşırıcılık için oldukça elverişli ortam oluşturdu. Yalnızca PKK, PYD, MLKP, DHKPC değil DEAŞ ve Nusra gibi örgütler de bu gettolardan onlarca militan devşirdiler. Yerel istihbarat örgütleri bu radikal gettoları çok yakından takip etse de eylemlerini Avrupa'da yapmadıkları sürece bu örgütlerin tüm faaliyetleri bir şekilde görmezden gelindi.
Terörden uzun yıllardır canı yanan Türkiye gibi ülkelerin uyarı ve eleştirileri hiçbir şekilde İsveç makamları tarafından dikkate alınmamıştır. İsveçli siyasetçiler de insan hakları ve ifade özgürlüğü gibi iddiaları kullanarak kendilerine dokunmadığı sürece her türlü örgütlü aşırıcılığın önünü sonuna kadar açtılar. Terör örgütleri ile bağlantılı kişiler İsveç parlamentosunda vekil bile seçilerek bu ülke siyasetini yönlendirmeye çalıştı.
Aşırıcı görüşlere bu denli duyarsız bir yaklaşım sergilemek bir ölçüde uzun yıllardır İsveç siyasetinin ana omurgasını teşkil eden İsveç Sosyal Demokratlarının da bakış açısını yansıtmaktadır. Kendilerini aşırı sol ve "özgürlük mücadelesi veren" aktörler olarak tanımlayan örgüt ve gruplar Sosyal Demokratlar iktidarında altın günlerini geçirmişlerdir. Avrupa'nın birçok ülkesinde olduğu gibi İsveç'te de Sosyal Demokratlar gibi ana akım partilerin güçleri daha radikal aşırı sağ partiler karşısında erimektedir. Nitekim sağcı başkakan Ulf Kristtersson'un Ilımlı Partisi tarafından kurulan hükümeti, liberal ve aşırı sağ partiler tarafından desteklenmektedir. Ilımlı Parti ve aşırı sağ İsveç Demokratları terörle iltisaklı örgütlere karşı daha mesafeli bir tutuma sahiptir. Ancak bu partilerin İslamofobik ve göçmen karşıtı yaklaşımlara daha açık oldukları görülmektedir.
İsveç'in değişen uluslararası konumu
Bir yandan dünyanın önde gelen barış araştırmaları ve çatışma çözümleri merkezlerine ev sahipliği yapan İsveç diğer yanda dünyanın önde gelen silah üreticileri arasında yer almaktadır. İsveç 19. yüzyıl başlarından bu yana uluslararası siyasette tarafsız bir ülke konumunda olmaya devam etmiştir. Çeşitli barış operasyonları haricinde büyük çaplı savaşların dışında kalmayı başarabilmiştir. İsveç'in 1995'te AB'ye üye olması ve Avrupa güvenlik mimarisine kademeli olarak eklemlenme çabası tarafsız konumunu kısmen aşındırsa da NATO ittifakına katılma İsveç açısından da oldukça radikal bir adımdır. Yaklaşık iki yüz yıldır ittifak sistemlerinin dışında kalabilmeyi başaran İsveç, AB üyeliğinin de etkisi ile bu yaklaşımını değiştirmeye başlamış olsa da asıl radikal değişin İsveç'in NATO'ya üyeliği ile yaşanacaktır.
NATO üyeliği tartışması İsveç içinde de yoğun bir şekilde sürdürülmektedir. İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliği birlikte gündeme gelmiştir ancak Rusya ile 1340 kilometre kara sınırı olan Finlandiya'nın NATO üyeliğine yaklaşımının daha sıcak olduğunu söyleyebiliriz. İsveç'te ise özellikle Sosyal Demokratlar ve aşırı sağcılardan bir kısmı NATO üyeliği konusunda bölünmüş durumdadırlar. NATO üyeliği özellikle gençler arasında destek bulmamaktadır.
İsveç'in üzerinde oturduğu refah adasının oluşumunda da bir iki yüzlü tarafsızlık yaklaşımının rolü büyüktür. İsveç iki yüz yıldır uluslararası güvenlik mimarisinde tarafsız kalarak savaşlar esnasında savaşan taraflara silah ve diğer sanayi ürünlerini satmaya devam etmiştir. Bu durum İsveç açısından önemli bir sermaye ve refah birikiminin oluşmasının da önünü açmıştır. İsveç'in bugün için NATO'ya üye olma çabası bir anomalidir ve İsveç içerisinde de ulusal çıkarlarını tehdit ettiği gerekçesiyle ağır bir eleştiriye tabi tutulmaktadır. Rusya'nın Ukrayna'yı işgal çabası bu NATO üyeliği fikrini destekleyenlerin sayısını artırsa da bunun İsveç açısından oldukça radikal ve riskli bir durum olduğunun da altını çizmemiz gerekmektedir.
Yeni güvenlik riskleri ve NATO üyeliği tartışması
NATO'ya üyelik kararı İsveç açısından oldukça riskli bir karardır ve bu karar İsveç toplumunun geneli ve siyasi aktörlerin tamamı tarafından benimsenmemiştir. Bu gelişme ile İsveç kendi güvenliğini ağırlıklı olarak ABD'nin belirlediği bir güvenlik konsepti ekseninde yeniden şekillendirmek zorunda kalacaktır. Güvenlik doktrinini adeta dışa bağımlı hale getirecektir. Yeni ittifak şartları ve riskler, silahlanma ve askeri yatırımlar konusunda bazı şartlar dayatacaktır. Elbette dayatılan bu şartların ekonomik ve siyasi bedelleri de olacaktır. NATO üyeliği sadece dış politika ve güvenlikle ilgili bir durum olmadığını 70 yıldan fazla süredir ittifakın mensubu olan Türkiye yakından bilmektedir. NATO üyeliğiyle birlikte İsveç siyasetinde 1995'den bu yana devreye girmiş olan AB üyeliğinin yanına yeni bir parametre girecektir. İsveç'in savunma ve güvenlik doktrinleri yeniden şekillenecektir ve askeri aktörler Transatlantik işbirliği ve güvenlik normlarına göre yeniden şekillendirilmeye çalışılacaktır. Hem aşırı sağ partilerin hem de Sosyal Demokratların bir kanadının bu yeni gelişmeden hoşnut olmadıklarını ifade etmek durumundayız.
İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyelikleri gündeme geldiğinde Türkiye kamuoyunda bu ülkelerin Türkiye'yi hedef alan terör örgütlerine vermiş oldukları destek ve Türkiye'ye karşı uyguladıkları askeri ambargolar yeniden tartışılmaya başlamıştır. Türkiye ve Macaristan hariç diğer bütün ülkelerin parlamentoları bu iki aday ülkenin NATO üyeliklerine yeşil ışık yakmışlardır. Türkiye ise NATO'nun açık kapı ilkesine bağlı olmakla birlikte bu ülkelerin terörle ilişkilerinin yeniden tanımlayacak bazı adımlar atmalarını istemiştir. Madrid'teki NATO zirvesinde varılan yol haritası mutabakatının üzerinden 6 ay geçmiş olmasına karşın beklenen adımlar tam olarak hayata geçirilememiştir.
Başta ABD olmak üzere diğer bazı NATO üyesi ülkeler ise bu konuda İsveç ve Finlandiya üzerinde baskı uygulamak yerine Türkiye'ye yüklenmektedirler. Türkiye'yi eleştiren, Türkiye'nin NATO üyeliğinden çıkarılmasını savunan, doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı hedef alan, Türkiye'nin Müslüman olmasından dolayı NATO'dan atılmasını savunan yazılar ve görüşler havada uçuşmaktadır. Öte yandan terör örgüt destekçileri her gün resmi yetkililer gözetiminde Türkiye'yi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı hedef alan aşağılık eylemlere imza atmaktadırlar. Bütün bu eylemlerin failleri devlet koruması altında bu saldırganlıkları yapmaktadırlar. Bu saldırıların en kabul edilmez olanı ise Türkiye Büyükelçiliği yakınında Kuran yakılması eylemi olmuştur. Eylem yalnızca Türkiye'yi değil iki milyara yakın nüfusu olan İslam aleminin kutsal değerlerini hedef almıştır. Şüphesiz bu eklemde taşeron olan kullanılan Danimarkalı provakatör Rasmus Paludan provakatif eylemi için bir kısım çevrelerce desteklenmiştir. Ancak Paudan bu konudan kullanılan adi bir piyondur ve bu piyonu kullanan asıl aktörlere odaklanmak gerekmektedir.
Madrid'de imzalanan ve İsveç'in teröre destek vermesinin kesmeyi hedefleyen yol haritası oldukça nettir. İsveç'in bu yol haritasına bağlı kalarak gerekli adımları atması gerekmektedir. Meseleyi İslam karşıtı, Türkiye ve Erdoğan karşıtı gibi göstermeye çalışan çarpıtma ve yönlendirmeler oldukça sakil görünmekte ve İsveçli yetkilileri küçük düşürmektedir. İsveçli yetkililere düşen tartışmayı saptırmadan ve mecrasından çıkarmadan sorumluluklarını yerine getirmeleridir. Başta ABD ve NATO yetkilileri olmak üzere İttifak'ın üst düzeylerine düşen ise bu konuda Türkiye'ye değil İsveç'e baskı uygulamalarıdır. Mevcut tabloyu adil bir yaklaşımla değerlendirdiğimizde asıl sorunun Türkiye'nin çekinceleri değil İsveç toplumu ve siyasetçilerinin kafa karışıklığı ile ilgili olduğunu söylemek daha gerçekçidir. İsveç Türkiye'yi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı ve İslam'ın kutsal değerlerini hedef alarak zaman kazanmaya çalışmaktadır. Bu konuda Türkiye'yi hedef tahtasına koymaya çalışmaktadır. Bu adımlar ve yaklaşımlar aynı zamanda müstakbel müttefikleri arasında güven bunalımını derinleştirmektedir.
İsveç toplumu ve İsveçli siyasiler Türkiye ve İslam düşmanlığını araçsallaştırmak yerine acilen gerçeklerle yüzleşmeleri gerekmektedir. Bu süreçte Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan üzerindeki baskılar artacaktır. Bu bağlamda Madrid mutabakatına uygun adımlar atan Finlandiya ile mutabakata uymayan İsveç'i ayrıştırmak Türkiye açısından daha makul bir strateji olacaktır. Şüphesiz Ankara'nın böylesi bir yaklaşımı son dönemde Türkiye üzerindeki baskıları artıran Washington ve Brüksel'de hayal kırıklığı yaratacaktır. Washington ve Brüksel İsveç ve Finlandiya'yı aynı paketin parçası olarak hareket etmeye zorlamaktadırlar. Türkiye üzerindeki baskılar devam ederse Washington ve Brüksel ile gerilim daha da artacaktır. Bu konuda en azından mezkur aktörler Türkiye'nin terör ve güvenlik konusundaki kaygılarını gidermeye yönelik adımlar atmalıdır. Ancak ABD'nin seçimler arifesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın işine yarayacak bir adım atmaya yanaşmayacaklardır.
[Sabah, 28 Ocak 2023].