SETA > Yorum |
Sen Fotoğrafı Çek Savaşı Ben Çıkartırım

Sen Fotoğrafı Çek Savaşı Ben Çıkartırım

Türkiye konulu haberler gerçeklerden değil Batılı gazetecilerin zihinlerinde kodladıkları önyargılarından hareketle masa başında tasarlanmaktadır.

Gazetecilikte manipülasyonun nasıl yapıldığı anlatılırken sıkça başvurulan örneklerden birinde William Hearst adı öne çıkar. 19. yüzyıl ABD’sinde meşhur New York Journal gazetesiyle sarı basının öncülüğünü yapan Hearst, Küba bağlamında yaşanan ABD-İspanya gerginliği üzerine muhabirinden Küba’ya gitmesini ister. Ondan isteği kışkırtıcı bir içerik bulmasıdır. Fakat muhabir Küba’ya gider ve “Burada hiç olay yok” telgrafını gönderir. Bunun üzerine William Hearst basın tarihi kayıtlarına geçen meşhur “Sen fotoğrafı çek ben savaşı çıkartırım” telgrafını gönderir. Çok çarpıcı bir cevaptır bu. Gazetecilikte kullanılan içeriğin manipülasyona ne kadar açık olduğunu ve kitlelerin algısını yönetmek amacıyla anlamın kurgulanabildiğini bütün çıplaklığıyla gösterir. Batı medyasının gazetecilik yapma pratiğine bakıldığında o günden bugüne alınmış bir mesafeden söz etmek mümkün görünmüyor. Tam aksine geriye gidiş var. William Hearst döneminde şimdilerde bulvar basını olarak tanımlanan sarı basına egemen olan bu anlayış giderek tüm Batı medyasının damarlarına sirayet etmiş durumda. Artık Türkiye söz konusu olduğunda ciddi-gayri ciddi gazete ayrımı yapılmadan sadece kendi pozisyonuna göre tavır alınıyor ve bu tavır hiç düşünülmeden okuyucuya aktarılıyor. Ülkemizde 16 Nisan’da yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı Sistemi referandumunun ele alınış biçimi ve 22 Mart’ta Londra’da gerçekleştirilen terör saldırıları bağlamında yer verilen Türkiye konulu haberler hem William Hearst’ün çarpıtma geleneğinin hem de Türkiye karşıtı önyargının devam ettiğini göstermektedir.

15 TEMMUZ AYARLARI BOZDU

Batı medyasındaki Türkiye ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan karşıtı yayınlar 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra zirve noktasına ulaşmıştı. Batılı güç merkezleri tarafından desteklendiğine dair pek çok emarenin ortaya çıktığı darbe girişimi başarısız olunca operasyon öfkeli bir şekilde medya ve ekonomi düzlemine taşınmış ve Türkiye’ye ayar verme dozajı iyice yükseltilmişti. Batılı başkentler de uzun süre sessiz kalmış ancak birkaç ay sonra utangaç bir şekilde darbe girişiminin aleyhine cümle kurabilmişlerdi. Darbe girişimi aleyhine demeç verdiyseler de darbeyi Fetullah Gülen’e bağlı asker üniforması giymiş teröristlerin yaptığına dair delilleri görmezden gelmeyi sürdürüyorlardı. Bu konuda hem ABD dış istihbarat teşkilatı CIA hem de Almanya dış istihbarat teşkilatı BND’nin açıklamaları genel yaklaşımın bir sonucu olarak yerli yerinde duruyor. O dönemde CIA başkanı olan John Brennan darbe girişiminden altı gün sonra 22 Temmuz 2016’daki açıklamasında FETÖ’yü aklayacak şekilde “Son birkaç yıldır Türkiye’de siyaset sahnesinde önemli şeyler yaşanıyor. Erdoğan gün geçtikçe gücünü konsolide ediyor ve otoriterleşiyor. Türkiye’de gerilim artabilir” ifadelerini kullanmıştı. BND Başkanı Bruno Kahl’in “darbe girişiminin arkasında Fetullah Gülen’in bulunduğuna dair kanıt göremediklerine” yönelik ifadelerini onca delile ve iddianameye rağmen 18 Mart 2017 tarihinde açıklamış olması ise hem nasıl bir Türkiye beklentisi içinde olduklarını gösteriyor hem de Batılı merkezlerdeki Türkiye karşıtı kamuoyunun beslenme mekanizmalarına ışık tutuyor.

AVRUPA MEDYASI ‘HAYIR’CI

25 Mart 2017’de İngiliz Parlamentosu tarafından yayınlanan Türkiye raporunda daha dolaylı bir dil kullanılmakla birlikte darbe girişiminin bu örgüt tarafından gerçekleştirildiğine dair gerekli bilgiye sahip olmadıkları belirtildikten sonra daha problemli olan “Darbedeki bazı kişiler Gülenci olsa da, bu darbeyi onların yönettiği anlamına gelmez” ifadeleri kullanılmış. İngilizlerin bu yaklaşımının da FETÖ propagandasının temel tezlerini destekleyecek bir bağlamda şekillendiği görünüyor.

15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte zirveye çıkan Türkiye karşıtı yayınların, içinde bulunduğumuz referandum süreciyle birlikte radikalleştiğini ve tümüyle kendi içine kapanarak adeta kendi öznelliğinin yankı odası şeklinde tezahür ettiği görülüyor. Nefret dili, düşmanlık ve ötekileştirme boyutuyla hazırlanan haberlerde gerçeğe ateş ediliyor. Gazetelerde ve televizyonlarda yer alan haber içerikleri irdelendiğinde akıl yerine arzuların öne çıkartıldığını ve olgulardan ziyade kurgulara odaklanıldığını gösteren pek çok örnek var.

Referandum sürecinde Almanya, Avusturya, Hollanda, Danimarka ve İsviçre Türkiye’den ‘evet’ kampanyası için giden siyasetçilere izin vermedi. AK Partili bakanların Avrupa programları baskıyla iptal edildi. Hollanda bir adım daha ileri giderek Bakan Fatma Betül Sayan’ın aracının Rotterdam’daki Türkiye Konsolosluğu’na gitmesine izin vermedi. Aracı durdurdu ve Bakan uzun süre polis barikatı arasında tutuldu. Bakan’ı dinlemek için bekleyen Türklere köpekler ve atlarla saldırıldı. Onlarca Türk yaralandı. Türkiye’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi referandumu için evet kampanyası yürütmek isteyenlere karşı böylesine sert politika izleyen Avrupalılar ‘hayır’ oyu çıkması için çalışanlara ise oldukça hoşgörülü yaklaşıyor. Başta terör örgütleri PKK ve FETÖ olmak üzere hayır cephesinde olan tüm isimler Avrupa’da rahatça propaganda yapabiliyor. O kadar rahat davranıyorlar ki İsviçre’de PKK’lılar hayır mitinginde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başına silah dayalı bir temsil kullanmaktan çekinmiyor.

Bu faaliyetler hem devlet medyası hem de özel medya grupları tarafından destekleniyor. 27 Mart’ta Alman Bild gazetesi manşetten Türkçe olarak “Atatürk yaşasaydı hayır oyu verirdi” ifadesine yer verdi. PKK yandaşlarının Almanya’da yaptığı yürüyüşlere izin veriliyor, koruma sağlanıyor ve bu mitingler Alman medya kuruluşu Deutsche Welle tarafından sürekli olarak canlı yayınlanıyor. Avrupa aklının tümüyle bir akıl tutulması yaşadığını gösteren böylesi onlarca örnek Türkiye karşıtlığının sadece yayın kuruluşlarıyla sınırlı olmadığını kamusal alanda ve devlet aklında önemli bir karşılığı olduğunu göstermektedir.

LONDRA’DAKİ TERÖR SALDIRISI

Avrupa medyasındaki tek boyutlu bakış açısının ne derece kökleştiğini gösteren bir başka örnek de İngiltere’nin başkenti Londra’da Parlamento binası önünde 22 Mart tarihinde yaşanan terör saldırısından sonra görüldü. 4 kişinin hayatını kaybettiği, 20 kişinin yaralandığı terör saldırısından sonra aralarında Independent, BBC ve Reuters gibi kuruluşların da yer aldığı yayın organları saldırıyı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın birkaç gün önce yaptığı bir açıklama ile birleştirerek Türkiye’yi töhmet altında bırakacak haber dili ile aktardı. Hem internet sitelerinde hem de sosyal medya hesaplarından yaptıkları paylaşımlarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarından cımbızlanarak üretilen “Erdoğan Avrupa’daki herkesi güvende olmadıkları yönünde henüz tehdit etmişti” ifadesi başlığa taşındı. Bu haber dili William Hearst’a rahmet okutacak cinsten bir kurguya dayanıyor gerçekten. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklaması küreselleşen dünyanın terör sorunu karşısında işbirliği yapması gerektiği temeline dayanıyor ve teröre karşı ortak hareket edilmediği taktirde herkesin canının yanabileceği tezini işliyor. Haberi yazan ve yayınlayan gazeteler bu açıklamaların tamamını bilmesine rağmen Erdoğan’ın konuşmasından bir kısmını alıntılayarak sanki Avrupa halklarını tehdit ediyormuşçasına manşete taşıması toplumlar arası nefreti körükleyen provokasyon dışında bir karşılığı yok. Gazeteciliğin ahlaki sınırları içinde konumlandırılması ise zaten düşünülemez. Gazetecilikteki evrensel standartların dışladığı kes, kopyala, yapıştır anlayışının yansıması olarak okumak gerekiyor bu bakış açısını. Avrupa medyasının artık bir saplantı haline dönüşen Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtı yayınlarını sakin bir kafayla yeniden gözden geçirmesinin vakti geldi geçiyor. Anti-Türk, anti-İslam ve anti-Erdoğan saplantısıyla üretilen içerik ne gazetelere ne de kendi toplumlarına katkı sağlar. Tam aksine ötekileştirmeyi beraberinde getirir ve toplumlar arasındaki nefreti körükler. Amaç bu ise o ayrı mesele. Fakat geçmişe bakıldığında önyargılı yayınların ülkeler arasına ciddi bariyerler ördüğü görülüyor.

ÖNYARGI GEÇMİŞE DAYANIYOR

Mesela Avrupa medyasındaki Türkiye karşıtı tutumun sürekli depreşmesinin arka planı irdelendiğinde geçmişe dayalı olduğu görülür. Knut Hamsun ve Hans Christian Andersen’in 19. Yüzyıl İstanbul’undaki gözlemlerinden oluşan İstanbul’da iki İskandinav Seyyah isimli kitapta dönemin Batı basını için de önemli bir tespit yapılır. Sultan Abdülhamid’in Türkiye’ye uzun senelerdir sahip olmadığı itibarı kazandırdığı, ticareti geliştirdiği, mekteplerde reform yaptığı, demiryolları inşaatına izin verdiği ve ordusunu yeniden tanzim ettiğini belirten iki yazar, Batı basını için şu tespiti yapar: “Hakikati bilmek çok güç. Bunun nedeni belki de bize hakikati anlatacak olan Avrupa basınının tek sesliliğidir.” Yani Sultan Abdülhamit ülkesi için onca şey yapmasına rağmen Batılı gazeteler Sultan’ı ötekileştirerek konu edinmektedir. Türkiye karşıtı yayınların geçmişe dayalı bir şekilde devam etmesi Avrupa’da gazeteciliğin Knut Hamsun ifadesiyle söylersek tek boyutlu şekilde yapılmaya devam ettiğini gösterir. Bu tablo aynı zamanda “Sen fotoğrafı çek savaşı ben çıkartırım” diyen sarı gazeteciliğin üstadı William Hearst’ü dahi kıskandıracak derecede manipülasyon içeriklidir. Çünkü Türkiye konulu haberler gerçeklerden hareketle değil Batılı gazetecilerin zihinlerinde kodladıkları önyargılarından hareketle masa başında tasarlanmaktadır.

[Star Açık Görüş, 9 Nisan 2017].