Libya'da seçimler yaklaştıkça siyasi gerginlikler artmaya başladı. Seçimlerin yapılması, nasıl bir seçim sürecinin işleyeceği, seçim bölgelerinin belirlenmesi, adayların tespiti, siyasi sistemin ne olduğu gibi birçok belirsizlik nedeniyle şüpheli bir süreç oldu. Tüm Libyalı taraflar, biraz da dış baskı ve meşruiyet kaygısıyla seçim istiyor, ama nasıl icra edilecek bilmiyor. Libya Yüksek Seçim Kurulu kâğıt üzerinde seçimlere yönelik bir süreci işletse de seçime yönelik planın uygulanabilirliği umut vermiyor.
Sürecin Hafter ve destekçisi devletlerin istismarına açık olduğu bilinen bir vaka. Ayrıca aday olmak için her an "Mareşal" rütbesi ve "görevi"nden istifa etmesi beklenen Hafter'in Amerikan vatandaşlığına rağmen Libya başkanlık koltuğuna talip olması ilginç bir gelişme olarak gündeme düşecek. Çünkü Libya Seçim Yasası, çifte vatandaş olanların seçimlerde aday olmasına engel. Bu nedenle Hafter'in etkisi altındaki Tobruk merkezli Meclis, bir kanunun sahip olması gereken şeklî hususları bir kenara bırakıp karar yeter sayısı ve usulüne bakmadan Seçim Kanunu çıkartmaya çalıştı.
Doğal olarak halkı temsil eden diğer organ konumundaki Trablus Merkezli Yüksek Devlet Konseyi bu kanunu tanımadı. Yani seçimlerin empoze edilen icra şekli, seçimleri meşru zeminden uzaklaştırdı. Ayrıca Konsey Başkanı Halid Mışri, yapmış olduğu duygu dolu bir konuşmayla seçimlerin gerekliliğine vurgu yaparken teknik anlamda seçimlerin imkânsızlığını hatırlattı ve Hafter gibi savaş suçlularının başkanlık makamına oturmasını kabul etmeyeceklerini ilan etti. Konuşmanın sonunda da seçim boykotu çağrısı yaptı.
Hızlı gelişmelerin ve belki de sağlıklı bir siyasetin gerektirdiği seçim atmosferi askerî gerginlikleri bir seçenek olarak halen korurken geçen hafta çok ilginç bir olay yaşandı. Hafter'in oğlu Saddam, Hafter'in altın ve silah kaçakçılığı için sıkça kullandığı uçakla İsrail'e gitti. Babasının seçilmesi halinde İsrail'i tanıyacaklarını açıkladı. Böylece hem ABD'de devam eden ve seçimleri etkiler "düşüncesiyle" ara verilen Hafter'in yargılanma sürecine etki etmek hem de Yahudi lobisinin desteğini almak istedi. Ayrıca, İsrail'den talep edilen askerî desteği de unutmamak gerekir ki zaten 2019 saldırısında İsrail Hafter'e askerî destek sağlamıştı.
İsrail'e yapılan seyahat ile mevcut Başbakan Dibeybe'nin Hafter tarafından doğudaki Bingazi ve güneydeki Sebhe şehrine gitmesinin engellendiği süreci ilişkilendirmek gerekir. Dibeybe halen seçimlerin en güçlü adayı olarak ortaya çıktı. Diğer bir ifadeyle Hafter'in basit siyasi manevraları ters tepti ve Dibeybe'nin popülaritesi arttı. Bu nedenle Hafter, seçimlere katılamayacağı veya kaybedeceği algısıyla çatışmaların fitili ateşleyebilecek duruma geldi. Dolayısıyla İsrail'in tanınması argümanıyla Saddam Hafter'in yaptığı ziyaret seçimlerden ziyade çatışmalara destek sağlanmasını hedeflemekte.
O halde Libya'da seçimlerin yapılması veya yapılamaması, yapılsa dahi meşru sayılması veya sayılamaması gibi alternatif yaklaşımlar halen belirsiz hesapların sınırlarını zorluyor. Ancak görünen o ki seçim yapılsın yapılmasın çatışmaların aniden başlaması veya yayılması olasılığı her zaman var. Nitekim Hafter'in elindeki güçten demokratik yollarla vaz geçmesi hem Tarhuna'da ortaya çıkarılan toplu mezarlar hem de insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle Libya, ABD ve uluslararası ceza mahkemeleri önüne çıkması anlamına geliyor.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Fransa Devlet Başkanı Macron bir anda ortaya çıktı ve Paris'te Libya Konferansı toplanmasına yönelik bir girişim başlattı. Neden? Bu soruya birçok farklı cevap verilebilir. Öncelikle Almanya'nın düzenlediği ve referans hale gelen Berlin Konferansı'na alternatif bir faaliyet düzenlemek istiyor. Böylece Almanlara atfedilen diplomatik başarıyı sahiplenebilecek. Yani "Berlin" yerine "Paris" sözcüğünü kullanabilecek.
Macron'un ikinci hedefi, Kıbrıslı Rumları ve İsrail'i Libya'ya yönelik siyasi gelişmelere katmak. Böylece Doğu Akdeniz'in Libya ile ilgisi olmayan aktörleri bir taraf haline gelebilecek; sayısal üstünlük yoluyla haklının değil çokluğun haklı olduğu bir iklim yaratılabilecek.
Üçüncüsü, Rusya ve Türkiye'nin Libya'dan "çıkması" için yapılan baskıları bir konferans marifetiyle uluslararası topluma mal edecek. Ancak Libya'dan pek ayrılacağı beklenmeyen ve geçtiğimiz hafta sembolik olarak 300 Suriyelinin Libya'dan ayrıldığını ilan eden Rusya'yı askerî bağlamda kimin dengeleyeceği net değil. Nedeni de basit. Fransa ve havarileri zaten 2019 saldırısında Rusya'yı Libya'ya getiren ve BAE'ye parasını ödettiren kesim. Yani asıl amaç Rusya'dan ziyade Türkiye'nin Libya'dan çıkması, kontrol edilebilir bir rejimin ve totaliter liderin Libya'nın başına getirilmesi. Sonra da Libya'nın kaynaklarının ve ihalelerinin Batılılar arasında "adil" bir şekilde paylaşılması.
Dördüncüsü, Türkiye–Libya Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Antlaşmasının da yok hükmünde sayılmasının önünün açılması. Çünkü o antlaşma Yunanistan'ı ve Avrupa'yı tamamen Doğu Akdeniz'den kopartıyor. Diğer bir ifadeyle Megali İdea sonsuzluğa uğurlanıyor. Yani Akdeniz doğusunda Batı'nın dikte ettiği değil, bölgenin halklarının düzeni mümkün hale geliyor. Böyle bir senaryoya Ortodoks dünyasının, Avrupa'nın ve ABD'nin sessiz kalması mümkün değil. Nitekim IRINI Operasyonu, Doğu Akdeniz'de askerî tatbikatlar ve ABD askerinin Yunanistan'da beş farklı üste konuşlanması gibi askerî hareketlilikler bu konuyla ilgili.
Sonuç şu: Adı Libya olan elması parçalamak, şekillendirmek ve bir zincire bağlayıp kendi ellerinde tespih misali çevirmek. Paris Konferansı da bu süreci meşrulaştıracak yeni kılıf.
[Sabah, 13 Kasım 2021].