Türkiye, 2013 - 2014 yıllarından bu yana gerek PKK uzantısı YPG'nin gerekse de FETÖ'nün uluslararası camiada terör örgütü olarak tanınması ve bu örgütlere verilen açık ya da örtülü desteğin sona ermesi için yoğun bir diplomatik çaba sarf ediyor. Bugüne dek Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ilgili yetkililer Batılı mevkidaşlarıyla yaptıkları görüşmelerde suçluların iadesi ve adli iş birliği, bu terör örgütlerinin finansman sağlamasının ve eleman devşirmelerinin önüne geçilmesi, "insani yardım" veya DEAŞ'la mücadele adı altında verilen silah ve sair desteğin kesilmesi gibi başlıklarda taleplerde bulundu. Ne yazık ki Türkiye, Suriye'den kaynaklanan YPG saldırıları ve FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişimi örneklerinin gösterdiği gibi son derece meşru ve haklı güvenlik kaygılarına sahip olmasına rağmen özellikle NATO müttefikleri nezdinde beklediği dayanışmayı göremedi.
Ancak geçtiğimiz Şubat ayında patlak veren Ukrayna-Rusya Savaşı, Kuzey Atlantik Antlașması Örgütü'nün (NATO) Avrupa güvenliği için taşıdığı hayati önemi yeniden gündeme getirdi. Rusya'nın Avrupa'lı komşularıyla giderek yükselttiği tansiyon önce Kırım'ın ilhakı ve ardından Ukrayna'ya yönelik topyekûn işgal girişimiyle zirveye ulaştı. Bu Rusya'nın geleneksel bir tarafsızlığı bulunan iki kuzey komşusu İsveç ve Finlandiya için özellikle soğuk savaş sonrası sahip oldukları güvenlik konforunun bittiği anlamına da geliyordu. Nitekim savaşın üzerinden henüz iki ay geçmeden İsveç ve Finlandiya, NATO'ya üye olmak için resmi başvuruda bulundu.
NATO'ya Üyelik Süreci
Kurucu Washington Antlaşmasına göre (m.10) NATO, "Kuzey Atlantik Bölgesinin güvenliğine katkı yapacak durumda olan herhangi bir Avrupa devletini" ittifaka üye olması için davet edebilir. Diğer tüm NATO kararlarında olduğu gibi davet kararı da üye ülkelerin tamamının oy birliği ile alınabilir. Ardından davet edilen/aday ülkeyle siyasal, askeri ve hukuki yönden hazırlık için üyelik müzakereleri yürütülür. Sürecin üçüncü aşamasında aday ülke üyeliğin gereklerini yerine getirmeye hazır olduğunu bildiren niyet mektubunu Genel Sekretere sunar.
Daha sonra aday ülkeyle NATO'ya katılım protokolü imzalanır. Bu protokol her üye devlette uluslararası antlaşmalara taraf olunmasına ilişkin usule uygun olarak onaylanır. Türkiye, Fransa, ABD ve Almanya gibi çoğu NATO üyesinde protokoller parlamentonun onayına bağlıdır. Altıncı aşamada ise Genel Sekreter aday ülkeyi NATO'ya katılması için davet eder. Nihayet ittifaka katılmayı kendi ulusal prosedürlerine göre onaylayan aday ülke NATO'ya üye olur.
Görüldüğü üzere üye ülkeler iki aşamada NATO'nun genişlemesi hususunda söz sahibidir. Bunların ilki aday ülkenin davet edilmesine ilişkin NATO üyeleri arasındaki oylamadır. İkincisi aday devletin NATO'ya kabul edilmesine ilişkin imzalanan protokolün parlamentoda onaylanması sırasındadır.
Türkiye'nin Haklı Beklentileri ve Üçlü Mutabakat
Türkiye, İsveç ve Finlandiya'nın üyeliğe başvurmalarıyla hem bu iki aday devlet nezdinde hem de genel olarak müttefikleri nezdinde bugüne dek pek de dikkate alınmayan ulusal güvenlik hassasiyetlerini hatırlatma fırsatı elde etti. Türkiye'nin milli güvenliğine ilişkin endişe ve beklentileri arasında; müttefik ve aday ülkelerin uyguladığı açık ya da örtülü silah ihracatı ambargoları, terör şüphelilerinin iade edilmemesi, FETÖ ve PKK/YPG'ye lojistik ve silah desteği sunulması gibi son derece yakıcı hususlar bulunuyor.
Bu konu başlıkları üzerinde yaklaşık bir aydır Türkiye ile İsveç ve Finlandiya arasında NATO Genel Sekreteri Stoltenberg'in kolaylaştırıcılığında çeşitli görüşmeler yapılıyordu. Zorlu geçen müzakereler sonunda Çarşamba gecesi Madrid'de taraflar arasında bir mutabakata varıldı. Üç devletin dışişleri bakanlarınca imza edilen mutabakat muhtırasının Türkiye'nin taleplerini büyük oranda karşıladığını söylemek mümkün. Belgenin (madde 4) kanaatimce en önemli yönlerinden birisi ilk kez Avrupa Birliği üyesi iki ülkenin Türkiye'nin ulusal güvenliğini hedef alan tehditlere karşı durma çerçevesinde YPG ve FETÖ'yü desteklememe taahhüdünü vermiş olmalarıdır. Her iki terör örgütünün gayrimeşruluğunun vurgulanması bakımından bu hükmü önemli bir politik/diplomatik kazanım olarak değerlendirmek gerekir.
Muhtıranın 8. maddesinde ise İsveç ve Finlandiya Türkiye'ye silah satışının önünü açmayı, PKK ve bütün uzantılarının faaliyetlerini yasaklamayı, terör şüphelilerinin adli süreçler neticesinde Türkiye'ye iadesini hızlandırmayı taahhüt ediyor. 9. maddede ise muhtıranın uygulanmasına yönelik üç ülke yetkililerinin bulunduğu bir daimi ortak mekanizmanın kurulması öngörülüyor.
Daha ziyade hızlı ve kolay bir şekilde sonuçlandırılabilmeleri sebebiyle tercih edilen mutabakat muhtıralarının kural olarak (memorandum of understanding-MoU) uluslararası antlaşmalar gibi hukuken bağlayıcı sonuçlar doğurmadığı kabul edilse de bu mutlak bir olgu değildir. Bir belgenin mutabakat muhtırası şeklinde isimlendirilmesi tek başına onun bağlayıcı olmadığını göstermez. Muhtıranın dili ve terminolojisi, bağlam, BM'ye tescil edilme(me)si, tarafların yükümlülük altına girme niyetleri gibi pek çok husus birer ölçüt olarak değerlendirilir. Bu bağlamda muhtıra sonrası İsveç Başbakanı Magdalena Andersson'un sözleşmenin gereklerinin yerine getirileceğini ifade etmesi oldukça önemlidir. Ayrıca belgenin bazı ayrıntılı yükümlülükler öngörmesi de bağlayıcılık tezlerini kuvvetlendiren bir başka özelliğidir.
Nitelendirmeye ilişkin teknik hukuki tartışmayı bir kenara bırakacak olursak bu üçlü mutabakat her halükârda Türkiye'nin güvenlik kaygılarının giderilmesine yönelik İsveç ile Finlandiya'nın taahhütleri için izleyeceği bir yol haritası sunabilmektedir. Bu yönüyle muhtıra Türkiye'ye bu iki ülke nezdinde önemli bir politik baskı imkânı sunacaktır. Muhtıranın gereklerinin yerine getirilmemesi halinde ise Türkiye, ikinci veto hakkını devreye alıp İsveç ve Finlandiya'nın katılım protokollerini onaylamama imkanına sahiptir.
[Sabah, 2 Temmuz 2022].