Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Suriyeli mültecilere vatandaşlık verilmesini gündeme getirmesinden sonra konunun kamuoyunda tartışılma biçimleri, Türk siyasetinin iyi işleyen ve tıkanan yönleri hakkında fikir veriyor. Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren her konuda karşımıza çıkan tipik tepkileri ‘Suriyelilere vatandaşlık’ meselesinde gözlemlemek mümkün.
İlk dikkat çeken nokta Erdoğan’ın liderliği. Türkiye, Suriye krizi bağlamında mülteciler meselesini gündeme alalı çok zaman oldu. Akademide, düşünce kuruluşlarında ve sivil toplum örgütlerinde konu ile ilgili çalışmalar yapıldı. Bu çalışmaların hemen hepsinde, Suriyeli mültecilerin en azından bir kısmının kalıcı olduğu ve meseleye bu boyutu ile de yoğunlaşılması gerektiği ifade edildi. Ancak vatandaşlık meselesi siyasi vizyon ve cesaret isteyen bir boyut olduğu için, ne müspet ne de menfi anlamda siyasetçiler tarafından pek fazla gündeme getirilmedi. Arada konuyu dillendiren tek tük sesler olsa bile, gündem, vatandaşlık meselesinin gündem olmasına yetmedi. Neticede bu tür kritik süreçlerde olduğu gibi Erdoğan zaten zihni ve teknik hazırlığını yapageldiği meseleyi, kamuoyunun gündemine bir daha çıkmamacasına soktu. Şimdi kamuoyu meseleyi enine boyuna tartışacak. Avantajları ve risklerini konuşacak. Neticede sağlıklı bir siyasi karar alma süreci için olmazsa olmaz olan kamusal tartışma, Erdoğan’ın daveti üzerine başlamış oldu.
Vatandaşlık meselesinin kamusal tartışma alanında farklı eğilimler göze çarpıyor. Bunlardan ilkini idealist olarak isimlendirebiliriz. Dindar muhafazakâr siyaset, sivil toplum ve düşünce çevrelerinden dillendirilen bu tutum kendisini İslami değerler, referans ve argümanlarla görünür hâle getiriyor. Mültecilerin mazlumluğuna, insan ve İslam kardeşliğine, insanların yaradılışta eş ve Müslümanların dinde kardeşliğine vurgu yaparak, mültecilere vatandaşlık verilmesini destekliyorlar. Bu bakış açısı tabiatı gereği vatandaşlık meselesinin somut getirileri ve götürülerinin üzerinde durmasa da, ortaya değer eksenli bir tutum koyup, yapıcı bir ajanda takip etmesi açısından kıymetli.
Aynı İslami ve insani arka plandan beslenip daha temkinli ve daha realist olan bir başka tutum da var. Bu tutum vatandaşlığa kapıyı tümden açmadığı gibi yabancı düşmanlığı üzerinden hareket edip; "mültecilere kesinlikle vatandaşlık verilmemeli" noktasında da değil. Mülteci sayısının 3 milyonu geçmiş olması vatandaşlık konusunda kaygı oluştursa da, iyi bir filtreleme ile tespit edilen kriterlere uyanların, vatandaş olmasına sıcak bakıyorlar. Temel argümanları, vatandaşlığın hem devlete hem de bireye karşılıklı sorumluluk yüklemesi. Şimdiye kadar Türkiye’nin sunduğu imkânlardan faydalanan mültecilerin, vatandaş olarak aynı zamanda Türkiye’ye karşı sorumluluk yükleyeceğini söylüyorlar. Bu dengeli bakış açısı mültecilere vatandaşlık verilmesi konusunda kamusal tartışmanın en sağlıklı zeminini oluşturuyor.
Ve tabii bir de her olayda olduğu gibi istemezükçüler var. Köprüyü, yolu, hastaneyi, barajı, parkı istemedikleri gibi mültecilere vatandaşlık verilmesini de istemiyorlar. Öncekilere karşı çıkarken temel hareket noktaları kısır ve ucuz muhalefetti. Mültecilere vatandaşlık meselesinde bir de ırkçılığı eklediler. Kemalist resmî tarihin şekillendirdiği zihinleri en bayağısından bir yabancı düşmanlığı ile malul. Mültecilerin vatandaş olmasının getireceği muhtemel yükle de katkıyla da ilgilenmiyorlar. Erdoğan söylediği için ve vatandaş olanlar "sefil Ortadoğulu"lar olduğu için karşı çıkıyorlar. Okumak ve sorgulamaktansa, ezberleri tekrarlamayı tercih ettikleri için fikirlerini değiştirmek de mümkün değil. Her süreçte olduğu gibi kamusal tartışmayı tıkamaya çalışıyorlar. Neyse ki Türkiye artık onlara karşı şerbetli. Onlar ezberlerini kuvvetlendire dursun, Türkiye yoluna bakacak ve mültecilere vatandaşlık verilmesinin ilke ve esaslarını tartışmaya devam edecek.
[Türkiye, 12 Temmuz.2016].