15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türk Silahlı Kuvvetleri kaçınılmaz olarak dikkatlerin yoğunlaştığı bir kurum hâline geldi. Darbe girişiminden önce de devam eden TSK tartışmaları iki ana odak üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Bunlardan ilki sivil-asker ilişkileri olageldi. Türkiye’de ordunun geçmişten beri darbeci-cuntacı bir damarı barındırdığı hepimizin içini acıtan bir gerçek. Askerlerin kendi işlerindense ülkenin nasıl daha iyi yönetileceğine üstlerine vazife olmadığı hâlde odaklanmaları, neredeyse 10 yılda bir askerî darbenin yapıldığı bir Türkiye tablosunu ortaya çıkardı. Şimdiye kadar emir-komuta zinciri içerisinde yapılanından, daha düşük rütbeli subaylardan oluşan cuntaların yaptığı; “irtica”yı bitirmeye niyet edeninden “kardeş kavgası”nı sonlandırmak iddiasında olanına kadar çeşitli form ve mahiyetlerde birçok darbe girişimi yaşandı.
Darbeci karakterinin yanında Türkiye’de ordu etrafındaki tartışmaların yoğunlaştığı ikinci bir alan ise etkinlik ve verimlilik meselesi oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne kadar etkin olduğu her zaman sorgulandı. Ancak bu sorgulama sivil-asker ilişkilerindeki dengesizlik yüzünden hakkıyla yapılamadı. Ordunun ideolojik eleştirilemezliği zamanla teknik bir eleştirilemezliğe de dönüştü. Örneğin bugün 90’lı yıllar boyunca sadece asker tekelinde yürütülen terörle mücadelede ordumuzun ne kadar başarılı olduğunu bilemiyoruz. Terörün silahlı gücünün hâlâ kırılamamış olmasında ordunun yetersizliğinin payının ne olduğunu bilemiyoruz.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra hem sivil-asker ilişkilerinin düzenlenmesi hem de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin etkinliğinin arttırılması zarureti bir kez daha gözler önüne serilmiş oldu. Bu anlamda melun darbe girişimi bize orduyla ilgili meselelerde içerisinde “ama” “fakat” gibi bağlaçlar barındırmayan cümleler kurma, “orduyu yıpratmayalım” “askerî disiplin bozulmasın” “orduya siyaset girmesin” gibi klişeleri aşma imkânını sundu.
Ordunun sivil denetime açılması, sivil asker ilişkilerinin demokratikleşmesi, siyasetin üzerindeki askerî vesayetin kalkması gibi kavramlar artık 15 Temmuz öncesinin kavramları hâline gelmiştir. Türkiye’de ordunun geleceğini bu zeminde ve bu kavramlarla konuşarak bir yere varamadığımız ortaya çıkmıştır. Bugün artık lafı tam gediğine koyarak, dünyanın sivil asker ilişkilerini rayına koymuş bütün ülkelerinde olduğu gibi ordu konusunda “sivillerin üstünlüğü”nden bahsetmenin zamanı gelmiştir. Sivillerin üstünlüğü basit bir kavram seçimi meselesi değildir. Çok daha ileri anlamları ve anlayışı içeren bir paradigma değişimidir.
“Sivillerin üstünlüğü” ilkesi tam anlamı ile hayata geçmeden ne sivil asker ilişkileri düzenlenebilir ne de güçlü ve etkin bir ordu kurulabilir. Terfi ve atamalar, güvenlik tehditlerinin tespiti, ordunun nasıl örgütleneceği ve savunma harcamaları tamamen sivillerin karar vereceği hususlar hâline getirilerek sivil-asker ilişkilerinde sağlıklı bir zemin elde edilebilir ve ordudaki darbeci damar sıfıra yakın bir oranda kurutulabilir. “Sivillerin üstünlüğü” ilkesi sivil-asker ilişkilerinin yanında ordunun teknik etkinliğinin arttırılması için de hayatidir. Millî çıkarların ve buna bağlı olarak ulusal güvenlik konseptinin siviller tarafından belirlenmediği, savunma sanayisinin siviller tarafından yönetilmediği, ordunun hangi silah ve araçlara ne kadar sahip olması gerektiğinin siviller tarafından tespit edilmediği, ordu yapılanmasının saldırıya mı yoksa savunmaya mı dönük olarak kurulacağına sivillerin karar vermediği bir ordunun etkin olması da mümkün değildir.
Evet, Türk milleti ordusunu sever, muhabbet ve hürmet besler. Tam da bu muhabbet ve hürmetin devam edebilmesi için sivillerin üstünlüğü ilkesinin hayata geçirilmesi kaçınılmazdır.
[Türkiye, 18 Ağustos 2016].