Ekvator Ginesi’nin başkenti Malabo’da 19 Kasım’da başlayan İkinci Türkiye-Afrika Zirvesi, Türk dış politikasında Afrika boyutunun yeni aşamaya girdiğinin en temel göstergesidir. Bu toplantı Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerinin doğal bir sürece girmesine işaret ettiği gibi artık her iki taraf için de ilişkilerin ciddiyeti, doğası ve geleceğiyle alakalı şüpheleri ortadan kaldırmıştır.
Afrika her şeyden önce Türkiye’nin yeni dış politika söyleminin en başarılı şekilde uygulandığı ve kısa sürede sonuç alındığı bir alandır. Somali’de 2013'te Türk Büyükelçiliği'ne yapılan saldırıda şehit olan polis ve bu yıl başka bir saldırıda vurularak öldürülen THY görevlisi hariç tutulursa, Afrika’yı Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) dönemindeki dış politikanın en başarılı olduğu alan olarak adlandırmak abartı olmayacaktır. Ayrıca Türkiye’nin Afrika politikası, sonuçları itibarıyla Ankara’nın uluslararası etkinlik alanını genişleten ve uluslararası görünürlük, prestij anlamında katkılar sağlayan bir politikadır.
1998 yılında Afrika’ya Açılım Eylem Planı ile altyapısı hazırlanan fakat 2002 yılında tek parti iktidarına kadar siyasal ve ekonomik gerekçelerle uygulanamayan Türkiye’nin Afrika’ya açılım politikası, 2002 sonrasında kabaca beş döneme ayrılarak anlamlı bir şekilde izah edilebilir.
AFRİKA AÇILIMININ BEŞ AŞAMASI
2002 yılından başlayarak 2005 yılında Türkiye’de “Afrika Yılı” ilan edilmesine kadar olan süreci kapsayan ilk dönem bir tür hazırlık aşamasıydı. Nelerin yapılabileceğinin altyapısının hazırlandığı ve alt düzeyde ziyaretlerin yapıldığı bir dönemdi. Bu sürecin sonucu ve başarısı olarak 2005 yılında Afrika Yılı ilan edildiğinde hem kıtadaki ülkeler bunu sürpriz olarak karşılamadılar hem de bu, Türkiye açısından ciddi bir irade göstergesi oldu.
2005'te başlayıp 2008 yılında birincisi yapılan Türkiye-Afrika Zirvesi’ne kadar süren ikinci dönem ise daha çok ilişkilerin çeşitlendiği, ekonomiden siyasete birçok alanda ilişkileri geliştirme aşamasıydı. Bu aşamada 2005 öncesinde planlanandan daha fazla bir şekilde ilişkiler gelişti ve hem Afrika ülkeleri hem de Türkiye birbirini tanıdı.
2008 yılındaki zirveden 2011 yılı Ağustos ayında Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılan Mogadişu ziyaretine kadar olan üçüncü donem Türkiye-Afrika ilişkilerinin çok boyutlu derinleştiği dönemdir. Bu yıllar arasında Türkiye, Afrika’daki birçok ülkede büyükelçilik açmış ve Afrika ülkeleri ile ticaret hacmi 4 milyar dolardan yaklaşık dört kattan fazla artarak 18 milyar dolar seviyelerine çıkmıştır. Dolayısıyla 2005-2008 dönemi Türkiye’nin Afrika politikasında derinleşme döneminin ilk ve en kilit aşamasını teşkil eder.
Dördüncü dönem Erdoğan'ın Somali ziyaretiyle başlamış ve Türkiye-Afrika ilişkilerini çok farklı bir boyuta taşımıştır. 2011 yılında Ankara’nın Somali açılımıyla beraber Türkiye kıtada sadece ekonomik ilişkiler ve insani/kalkınma yardımını öne çıkaran bir politikayı değil aynı zamanda high politics (yüksek siyaset) denilen siyasal ve güvenlik konularında da politikalar üretmeye başlamıştır. Aslında Somali üzerinden Türkiye’nin kıtaya yaptığı açılım Ankara için KKTC’den sonra bir nevi ikinci devlet inşasına dönüşmüş durumdadır. Türkiye’nin Somali’ye getirdiği göreceli istikrar ve uluslararası toplumun Somali sorunuyla tekrardan ilgilenmeye başlaması sonrası Türkiye bir anda kıta ile ilgili konularda fikri sorulan ve istişare edilen bir ülke konumuna gelmiştir. Bu çerçevede Avrupa Birliği, İngiltere, İspanya, Norveç, ABD dâhil birçok ülke ile Afrika konularında istişareler yapılmıştır.
BAŞKA ÜLKELERLE ORTAKLIK VAKTİ
2014 sonu itibarıyla Türkiye-Afrika ilişkileri beşinci dönemine girmektedir. Bu dönem hem diğer başarıların sağlamlaştırılması hem de daha sistemli bir sürece sokulması açısından önemlidir. Bu yeni dönemin iki temel ayağı vardır. Biri, Malabo’daki zirve ile kendisini net bir şekilde ortaya koyacak olan artık Türkiye-Afrika ilişkilerinin normalleştiği ve doğallaştığıdır. 2008 yılında İstanbul’da yapılan zirvede birçok Afrikalı liderin zihninde "Türkiye Afrika konusunda ne kadar ciddi?" ya da "Türkiye’nin gerçek niyeti ne?" türü sorular vardı. Şimdi ise bu sorular yerini "Türkiye ile hangi alanlarda daha kapsamlı işbirliği yapılabilir?" ya da "Bu ilişkiden her iki taraf da nasıl maksimum seviyede kazançlı çıkar?" türü sorulara bıraktı; ikinci zirvede bu sorulara yanıtlar aranıyor.
İkinci boyut artık Türkiye’nin Afrika politikasında başka ülkelerle ortaklıklara girme vaktinin geldiğidir; ki bu, eğer dikkatli bir şekilde yapılabilirse Ankara’nın kıtada kalıcılığını perçinleyecektir. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA), Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) ve Diyanet İşleri Başkanlığı dâhil Afrika politikasını destekleyen devlet kuruluşları şu ana kadar kıtayı tek başlarına keşfetme ve kıtaya yönelik bakış açıları geliştirme adına başka ülkelerle işbirliğine pek sıcak bakmıyorlardı. Bu, özellikle kıtada sömürge geçmişi olmayan bir ülke için doğru bir stratejiydi. Fakat gelinen noktada hem Türkiye kıtada kendine has etkili ve sonuç alıcı bir iş yapma stili geliştirmiş, hem de kıtadan Türkiye’ye yönelik şüpheli bakışlar son bulmuştur. Dolayısıyla Türkiye’nin artık kıtadaki bazı ülkeler nezdinde "süper ülke" imajından çıkıp gerektiği yerde çeşitli ortaklıklarla kıtadaki varlığını daha da kalıcılaştırma vakti gelmiştir. Özellikle Somali gibi Ankara’nın en başarılı olduğu politikaları akamete uğratmak isteyen çeşitli aktörler bütün negatif gelişmeleri Türkiye’ye yıkma meyilindedir. Bu durum Türkiye’nin bundan sonra daha dikkatli bir politika takip etmesini zorunlu kılmaktadır.
DİKKAT ÇEKEN HUSUS
Türkiye-Afrika ilişkilerinin gelecekteki yönelişiyle alakalı iki temel sorundan bahsedilebilir. Bunlardan biri, zımni olarak varlık göstermeye başlayan bir çeşit “Afrika yorgunluğu”dur. Bu yorgunluk özellikle kıtaya yönelik üst perdeden bir bakış açısı ve vizyonun yol göstermediği durumlarda kendini daha da hissettirir. Bugün bu yorgunluğun esintilerini yer yer çeşitli devlet kurumlarında görmek mümkün; ve eğer “Afrika, Türk dış politika vizyonunda nereye oturuyor?” türü geniş çerçeve çizecek sorulara net ve ikna edici cevaplar verilmezse Afrika açılımı bir siyasi iktidarın Türkiye’yi küresel ekonomik ve siyasal sistemde kendisini yeniden konumlandırma çabasına hizmet etmiş geçici bir dış politika açılımı olmaktan öteye geçemeyebilir.
İlişkilerin geleceğiyle alakalı ikinci mesele Türkiye’nin iç siyasetindeki gelişmelerin Afrika politikasına nasıl yansıyacağıdır. Bilindiği üzere Gülen Cemaati kıtadaki birçok ülkedeki okulları ve TUSKON (Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu) öncülüğünde yapılan açılımları sayesinde Türkiye adına kıtada en çok öne çıkan aktördü. 17 Aralık süreciyle beraber Cemaat hem kıtada Türkiye ve Erdoğan aleyhine çeşitli faaliyet ve algı çalışmaları yürütmekte, hem de Türkiye’de daralan yaşam alanını Afrika’daki varlığını derinleştirerek gidermeye çalışmaktadır. Türkiye’de bu yaşanan güç mücadelesinde kısa vadede bir uzlaşı ihtimali beklenilmediğine göre, iç siyasette yaşanan bu gelişmenin Türkiye-Afrika ilişkilerinin daha da ilerlemesine yol açacağı öngörülebilir. Özellikle Cemaat’in kıtadaki negatif algı oluşturma çabalarına karşılık devletin bu konuda inisiyatif alıp hem dengeleyici hem de ilişkileri derinleştirecek şekilde daha kapsamlı bir Afrika politikası takip etmesi kuvvetle muhtemel görünmektedir. Bu durum önümüzdeki dönemde Türkiye-Afrika ilişkilerinin çeşitli boyutlarıyla gündemde kalmaya devam edeceğine işarettir.
[Al Jazeera, 20 Kasım 2014]