İçinde yaşadığımız dönem itibariyle Türkiye'de yüksek din eğitim ve öğretimi, dolayısıyla ilahiyat fakültelerini etkileyen iki önemli belirleyici bulunmaktadır. İlki şudur: Osmanlı-Türk modernleşmesi Tanzimat döneminden itibaren sanayi toplumuna geçiş aşamasında güç arayışı, Batı ile rekabet edebilme ve ayakta kalma mücadelesi olarak devam etmiştir. Osmanlı Devleti döneminde bu intibakın imkânları araştırılmış, hızlı ve yeterince olgunlaştırılmamış çözüm önerileri üzerinden çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Osmanlı Devleti'nin yıkılışını takiben kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir miktar korku ve kaygı, bir miktar hayal kırıklığı, bir miktar acziyet ve bir miktar da ümit ile radikal bir kopuş ve sıçrayış gerçekleştirerek kısmi düzenlemeler yerine "tam bir Batılılaşma" denemiştir. Bu süreçte dönemin en güçlü Avrupa devletlerinden biri olan Fransa model alınmıştır. Pozitivizm ve birazdan açıklanacak olan Fransız tipi laiklik, bu dönemde ülkenin düşünce dünyasını ve modernleşme sürecini güçlü bir şekilde belirlemiştir. Bu noktada Auguste Comte'un "Pozitivizm İlmihali" adlı eserinin Türkçeye en erken çevrilen eserlerden birisi olduğunu hatırlamak gerekir. Bu etkiyi dönemin siyasal söylemlerinde de açıkça görmek mümkündür. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk'ün "Hayatta en hakiki mürşid ilimdir" ifadesindeki "ilim" kavramı, pozitivist bilim anlayışını güçlü bir biçimde vurgular. Bu vurgu ilerlemenin, dolayısıyla güçlenmenin ve yeni kurulan devletin bekasının pozitif bilimler yani matematiksel yöntemlere kavuşmuş tabiat bilimleri ile mümkün olabileceğine güçlü bir inancı işaret eder. Bu söylemde din ise "terakkiye" mani olduğu gerekçesiyle toplumsal hayatın dışına itilir.
Söz konusu dönemde ayetlerde tabiat yasalarına dair işaretler aranması, öne çıkarılacak, model olarak gösterilecek Müslüman sufi, filozof ve kelamcıların bu kritere göre seçilmesi, Müslüman düşünürlerin üretmiş olduğu kavram ve teorilerin seçmece bir şekilde sunumu, öngörülen modernleşme modeline aykırı görünen kavram, teori, olay ve uygulamaların İslâm'ın özüne uymadığı ileri sürülerek sapma ve bidat şeklinde yaftalanması bu güçlü etki ile ilişkilidir. Türkiye Cumhuriyeti döneminde yapılan ilmî çalışmalara veya yüksek lisans ve doktora tezlerine bakıldığında bu durum bütün açıklığıyla görülür. Bu dönemde İslâm tarihinin matematikçileri, kimyacıları ve atomcu kelamcıları seçmece bir şekilde öne çıkarılmıştır. Örneğin klasik dönemde mülhid olarak taşlanan Zekeriyya er-Razi tıp çalışmalarında gözlem ve deney yöntemlerini kullanması ve dikkatli tıbbi kayıtları sebebiyle göklere çıkarılır ve hatta modern bilimlerin İslâm dünyasındaki öncüleri arasında sayılır. Cabir bin Hayyan da modern kimyanın kurucusu olarak müjdelenir. Mutezilî olduğu için unutulan büyük Arap edebiyatçısı Cahız ise büyük bir zoolog olarak birdenbire yeniden keşfedilir. Tüm bunlar tarihi belirli amaçlarla okumanın örnekleridir.
Yüksek din eğitimini etkileyen yukarıda da kısmen işaret edilen ikinci önemli husus ise şudur: Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kadro, Osmanlı dönemindeki Abdullah Cevdet ve Celal Nuri gibi öncüleri takip ederek Fransız tipi Batılılaşmanın devamında, dini dışlayan Fransız tipi katı bir laiklik anlayışı benimsedi. Bu dönemde gerçekleştirilen Harf İnkılâbı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, her seviyede din eğitimi veren kurumların kapatılması veya sayısının azaltılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, halifeliğin kaldırılması gibi tercih ve uygulamalar bu katı laiklik anlayışıyla alakalıdır. Son olarak 1980'deki askerî darbeden sonra büyük bir çaba sonucu İslâm Enstitülerinin ilahiyat fakültesine dönüştürülmesi, 28 Şubat döneminde bu fakültelerin öğrenci sayısının azaltılması ve kadro verilmeyişi de bu anlayışın devamıdır.
Bu süreci şekillendiren tercihlerin haklılığı veya tarihsel zorunlulukları ayrı bir tartışma konusudur. Yüksek din eğitimi açısından bu dini dışlayan katı laik anlayışın belirli olumsuz sonuçları oldu. Öncelikle din ve din eğitimi değersizleşti. Devletin, yüksek din eğitimi veren kurumlardan "aydınlanmanın getirdiği fikirleri aktarma" dışında bir talebi olmadı. Dine, toplumu yönetmenin "yumuşak bir aleti" olarak sadece araçsal bir önem verildi. Din ve dinî alan akademik düzeyde ihmal edildi. Dinle ilgilenmek yobazlık, gericilik, şeriatçılık gibi nitelemelerle anıldı. Böylesi bir ortamda ilahiyat fakültelerine sayı ve kalite bakımından yeterli seviyede insan kaynağı aktarılamamıştır. Kopuş, birikimin aktarılmasını olumsuz etkilemiş ve böylece dine yeterince değer verilmesini engellemiştir. Egemen pozitivist bilim ve tarih anlayışı ise dinî metinler, tarihî şartlar ve güncel olayların sağlıklı bir şekilde anlaşılmasını engellemiştir. Seçmeci, tek tip ve toplumsal şartları ihmal edip önemsemeyen bir tarih anlayışı güçlenmiştir. Devlet elitinin dini dışlaması, ilgililerini değersizleştirmesi ve etiketlemesi ise öğrencilerini ve öğretim üyelerini savunmacı, güvensiz ve kaygı dolu olmaya itmiştir. Bu ortamda geçmişin sağlıklı bir muhasebesinin yapılabilmesi, güncelin nitelikli ve gerçekçi bir biçimde çözümlenebilmesi ve geleceği inşa edebilme gücü zorunlu olarak sınırlı olacaktır. Sonuçta İslâm düşünce ve ilmî geleneklerinin kendi bağlamlarında anlaşılması yani üretilen kavram, nazariye, çözüm ve yorumların içinde doğdukları sosyal, siyasal ve ekonomik şartlarla anlaşılması ihmal edilmiş; üretimin sekteye uğraması sebebiyle ilahiyat alanındaki birikim zayıflamış ve doğal sürecinde sürekli gelişen bir bilgi birikimine ihtiyaç duyan dinî anlayışın yenilenmesinde kesintiler olmuştur. Bunların büyük kısmı bugün aşılmış ve aşılmaktadır.
Bugün diğer aşırı uca savrulmadan din-devlet ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtmak ve ilerlemeci Pozitivist tarih anlayışının son etkilerinden kurtulmak yüksek din eğitim ve öğretimini de olumlu bir zemine oturtacaktır. Bu konu ülkenin ihtiyaç duyduğu siyasal istikrar ve barış ortamı açısından da hayati önemdedir.
[Fikriyat, 29 Mart 2018].