Küresel ekonomik sistemdeki yoğun rekabet ve işbölümü içinde size biçilen rolü değiştirmek çoğu zaman sıra dışı politika ve kurumlar geliştirmekten geçiyor. Washington kurumlarının “iyi yönetişim” terimiyle ifade ettikleri kurum ve politikalar bütününü uygulamak imajınızı toparlasa da size her zaman rekabet avantajı sağlamıyor. Makroekonomik istikrarı sağlamak, hukuk devletini güçlendirip yatırım ortamını iyileştirmek elbette önemli. Uluslararası yatırımcılara önlerini görebilecekleri tahmin edilebilir bir siyasi-ekonomik ortam sunmak da. Ama piyasanızın büyüme ve dönüşüm potansiyeli, çoğu zaman dış yatırımcılar açısından sizin ne kadar demokratik bir hukuk devleti olduğunuzdan daha önemli olabiliyor; bakınız Çin örneği. Neoliberal bir mantıkla “Biz içerideki makro dengeleri ve yatırım ortamını iyileştirelim; teknolojik ve sınai gelişim zaman içinde gerçekleşir” demek gerçekçi değil.
Dünya sisteminde jeopolitik ve askeri rekabetin hemen yanı başında yeni teknolojiler, yaklaşımlar ve ekosistemler geliştirmeye yönelik rekabet sürüp gidiyor. Yeni ekonomi, daha çok Ar-Ge’nin, inovasyon kültürünün, bilimsel gelişmelerin ticari alana aktarılmasının ve entelektüel mülkiyet savaşlarının gölgesinde şekillenmekte. İşte bu bağlamda, kapasite olarak gittikçe büyüyen sanayi ve imalat sektörleri büyük ölçüde ithal teknolojiye dayanan; yazılım, nanoteknoloji, biyoteknoloji, genetik gibi yükselen rekabet alanlarında daha yolun başında olan Türkiye’nin nitelik açığı var. “Orta-gelir düzeyinde orta ölçekli bir güç” olmakla “üst gelir düzeyinde küresel bir güç” olmak arasındaki kritik eşik tam da burada.
Dolayısıyla Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun TÜBİTAK’ta Ar-Ge Reform Paketi’ni açıklarken kullandığı “Türkiye’nin niteliksel bir sıçramaya ihtiyacı var” ifadesi yerindeydi. Nicelik ve temel altyapı odaklı kalkınma paradigmasından insan, bilgi, teknoloji, nitelik odaklı yeni bir kalkınma paradigmasına geçişi başlatıp orta gelir tuzağı kâbusundan kurtulmak durumundayız. Artık çok sayıda okul, hastane, üniversite, laboratuvar veya kamu binası inşa etmenin ya da beyaz eşya ve otomotiv gibi orta teknolojili sektörlerde milyonluk üretim rakamlarına ulaşmanın bizi nereye kadar götüreceğini biliyoruz. 2023 yılı için 500 milyar dolarlık bir ihracat hedefi koyduktan sonra binbir zorluk içinde çıktığımız 160 milyar dolarlardan 140 milyar dolarlara gerilemek, ekonomik büyüme ve ihracatta yeni bir sıçramanın nitelik dönüşüm gerektirdiğini gösterdi bize.
Bu yüzden, “etkin kamu-özel sektör ilişkileri gerektiren bir sanat” olarak tanımlanan sanayi-teknoloji politikasının türlü kombinasyonlarını kullanarak duruma müdahil olmak kaçınılmaz. Ar-Ge reform paketinde tasarım faaliyetlerinin destek kapsamına alınması; sipariş alan ve veren firmaların vergi indirimine tabi kılınması; Ar-Ge bağlantılı ithalatın Mavi Hat ile hızlandırılması; Tematik Teknoloji Geliştirme Merkezleri’nin kurulacak olması; genç girişimciler için teknogirişim şartlarının iyileştirilmesi hep önemli adımlar.
Ancak bu tür paketlerde ağzımız sütten yandığı için yoğurdu üfleyerek yemek gerekiyor. 2000’li yıllarda Ar-Ge’ye harcanan bütçe geometrik olarak artıp Milli Gelir’in yüzde 1’ine ulaştı ama bu harcamanın tetiklemesi beklenen teknolojik dönüşüm ortaya çıkmadı. Teknokentler arazi rant merkezlerine dönüştü; iş bilir firmalar Ar-Ge teşvikleri ile rutin maliyetlerini düşürdü ve üretimde yerli payı yerinde saydı. O yüzden, verilecek desteklerin “destek ve disiplin” prensibiyle takibi de elzem.
[Bugün, 15 Ocak 2016].