Cep telefonlarının yaygınlaştığı dönemlerde en popüler markaların başında, malum Nokia geliyordu. Estetik ve kolay kullanımıyla dünya çapında çarpıcı bir başarı yakalayarak 1998’de dünya lideri olan Nokia, bunu uzun bir süre devam ettirdi. “Nokia melodisi” dendiğinde, kulaklarımızda hala anında çınlaması, belki de bunun en güzel göstergesi...
Öte yandan, çok değil birkaç yıl önceye kadar da, özellikle iş dünyasında tiryakilik yaratan bir marka olan Blackberry’ler elimizden düşmüyordu. Nokia, ürün ve müşteri yelpazesi daha geniş bir marka olarak hayatını sürdürürken, Blackberry ise daha “cool” ve kurumsal bir profil çiziyordu. İkisi de, kendi stratejileri çerçevesinde oldukça başarılıydı.
İNOVASYON DİLEMMASI
Ta ki; akıllı telefon piyasası evrim geçirene kadar... Apple’ın dümene geçtiği, Samsung’un ise kıvrakça atladığı inovasyon gemisi kalkarken, Blackberry ve Nokia, o sıralar sahilden el sallamakla yetindi. İşin kötüsü; el sallarken de bir “geç kalmışlık hissi” yaşamıyorlar ve kendilerinden emin demeçler veriyorlardı. Zira özellikle “mevcut” ürün ve müşterileri temel alarak yürüttükleri Ar-Ge ve inovasyon çalışmalarıyla, başarılarını sürdürmeyi planlıyorlardı.Yeni bir dönüşüm dalgasının varlığını vaktinde görememiş olan bu iki lider marka, aslında İnovasyon Dilemması denen tuzağın içindeydi. Geleneksel yaklaşım üzerinden yenilik yapmak, harcanan onca Ar-Ge fonunun da etkin kullanılamamasını beraberinde getiriyordu.
Örneğin Nokia, özellikle 2008’den itibaren atak yaparak küresel Ar-Ge harcaması sıralamasında ilk 5’te yer almaktan geri kalmamış ve bunun için yıllık ortalama 8 milyar dolarlık bütçe ayırmıştı. Ancak ne yazık ki; dilemma dediğimiz tuzak içerisinde harcadığı bu paralar, Nokia’nın ciddi bir pazar payı kaybetmesine engel olamadı. Gerek Nokia gerekse Blackberry, gerçekleri görüp harekete geçtiğinde ise, artık çok geçti.
AKILLI AR-GE
Akıllı telefon meselesi, öne çıkan bir misal... Verdiği mesaj ise; akıllı Ar-Ge ve inovasyon yapma zorunluluğu... Ve bu yaklaşım bir firma için ne kadar gerekliyse, orta gelir tuzağına yakalanmaması gereken bir ülke için daha da gerekli.Biz üst orta gelir kategorisine terfi edeli 9 sene olmuş. Yüksek gelir eşiğinde bir bu kadar daha beklemek, kapana takılmak anlamına gelecek. Dolayısıyla, vaktimiz daralıyor ve akıllı hareket etmekten başka çaremiz yok.
İşte ben bu noktada, Ar-Ge ve inovasyon çalışmalarımızda “sistemik” bir politikanın acilen benimsenmesi gerektiğinin altını yeniden çizmek istiyorum. Daha önce savunma sanayiiyle ilgili kaleme aldığım yazımda, yerli teknolojiye ivme kazandırabilmek amacıyla atmamız gereken en hayati adımın, koordinasyonu etkinleştirmek olduğunu vurgulamıştım. Buna paralel bir şekilde, birçok sektörümüze yönelik Ar-Ge çalışmalarında da, bu gereksinim öne çıkıyor.
AR-GE PAYI YÜKSELİYOR
Bildiğiniz gibi, Ar-Ge çarkını döndüren iki ana kaynak var: Beşeri ve finansal kaynaklar. İkisi de, olmazsa olmaz. Ve ikisinde de, 2000’lerde gözle görülür bir tırmanış sergilediğimiz inkâr edilemez. Bundan 2 hafta önce TÜİK’in yayınladığı 2013 Ar-Ge Faaliyetleri Araştırması da, bu trendin sürdüğünü gösteriyor.Verilere göre, 2013’te ülkemizde Ar-Ge harcamaları bir önceki yıla göre %13,4 artarak 14,8 milyar TL olmuş ve GSYH’den %0,95’lik bir pay almış. Tam zamanlı Ar-Ge personeli sayımız ise %7,5 artmış. Öte yandan, önceki yıllara göre bir ivme kaybı yaşandığı da göze çarpmıyor değil.
Bu bağlamda, Ar-Ge’de hız kesmemek şöyle dursun uçuşa geçmek amacıyla, eğitimden finansmana yeni yaklaşımlara ihtiyacımız olduğu ortada. Şu da var ki; niceliği artırmanın yanısıra, artık nitelik, içerik ve iklime odaklanmamız gerekiyor. Bunun için de, her şeyin ötesinde, çok etkin bir yönetim şart.
İKLİM MESELESİ
Ülkemizde 2000’li yıllarda çıkış yapan Ar-Ge çalışmalarında, özel sektöre doğru bir eksen genişlemesi yaşandı. Özellikle 2007 itibariyle, bu çok net... Global kriz sonrası dönemde, devletin verdiği dolaylı ve dolaysız desteklerde de ciddi bir sıçrama var. Bu bağlamda özel sektör, ulusal harcamalarda 2003’te %36 olan payını, 10 yılda %49’a çıkarak Ar-Ge’nin motor gücü konumuna geldi.2013 özel kesim Ar-Ge harcamalarının yarısından çoğu ise, imalat sanayiinde... Sanayi, teknolojisiz bir gelecek olmayacağını açıkça görüp çabalıyor. Buna bağlı olarak, çalışmaların önünü açıp zincirleri kırmak adına, bir yandan teknoloji, sanayi ve ticaret politikalarının birbirini desteklemesi, diğer yandan da, ilgili kurumlar arasında güçlü bir koordinasyon kurulması gerekiyor. Fikirlerin hem doğacağı, hem yaşayacağı, hem de ticarileşeceği elverişli bir iklime özlem var.
TÜM TARAFLAR HEMFİKİR
Meta, makro, mezo ve mikro boyutların hepsini içeren bir sistemden bahsediyorum: Bütünleşik bir Ar-Ge ve inovasyon politikası...Bu anlamda, “top-down” olarak adlandırılan yukarıdan aşağıya bir vizyon ve liderlik de önem taşıyor. Bunu ihmal etmeyen ülkelerin, Ar-Ge ve inovasyonda öne çıktığını görüyoruz.
Geçtiğimiz Cumartesi günü SETA’da düzenlenen Ar-Ge ve İnovasyon panelinde de, bu minvalde zengin bir tartışma ortamı bulduk. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Davut Kavranoğlu’nun katılımıyla sorunları samimi bir şekilde masaya yatırdığımız panelde, bu köşeye sığdıramayacağım çok değerli fikirlerin el sıkıştığı temel nokta da, bu çerçevede oldu.
Kamu, sanayi ve akademinin bu derece hemfikir olduğu bir ortama her zaman rastlanmaz. İşte bu da, işin ehemmiyetini anlatan bir gösterge, sanırım.
Ar-Ge ve inovasyonun kendi içinde bir paradigma değişikliğine, bu amaçla da güçlü bir üst koordinasyona ihtiyaç duyduğunu, çeşitli boyutlarıyla konuşma fırsatı bulduk.
Ben de, “söz uçar, yazı kalır” diyerek, konuyu köşemize taşıma gereği duydum.
Türkiye İnovasyon Haftası 2014 şöleni de geri sayıma başlamışken, değinmesem olmazdı.
Not: Panelde tanıtımı yapılan ve Yrd. Doç. Dr. Nurullah Gür tarafından hazırlanan “Yeni Ekonomi İçin Anahtar: Ar-Ge ve İnovasyon Finansmanı” isimli SETA analizini, ilgililere tavsiye ederim.
[Yeni Şafak, 2 Aralık 2014].