SETA > Yorum |
Demokrasinin Serüveni Parlamenter Sistemin Krizi

Demokrasinin Serüveni, Parlamenter Sistemin Krizi

Başkanlık sistemi parlamenter sistem ile karşılaştırıldığında başkanlık sisteminde çok daha keskin bir güçler ayrılığı düzeni ve liderden bağımsız bir siyasi parti yapısı vardır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 19 Ocak’ta Bakanlar Kurulunu Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayında toplaması başkanlık sistemi tartışmalarını alevlendirdi. Kamuoyunda toplantı, başkanlık sistemine doğru atılmış tarihi bir adım olarak değerlendirildi. Hükümet kanadından net bir yorum yapılmazken, muhalefet toplantıyı Erdoğan’ın hükümet sistemini kendi şahsi siyasi çıkarlarına göre dizayn etme çabası olarak yorumladı. Ayrıca, başkanlık sisteminin tek-adam yönetimine ve otoriterliğe yol açacağı ileri sürüldü. Lakin başkanlık sisteminin hangi yönünün demokrasiden otoriterliğe geçiş gibi radikal bir değişimi getireceğine dair retoriğin ötesine geçen bir açıklama yapılmadı.

SOSYOLOJİNİN BAŞKALDIRISI

Öncelikle birkaç noktayı açıklığa kavuşturmalıyız. İlk olarak, parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişi, demokrasiden otoriterliğe geçiş olarak nitelemek abartılı bir iddiadır. Yaşanacak olan değişim, demokratik bir hükümet sisteminden başka bir demokratik hükümet sistemine geçişten ibaret olacaktır. Çünkü hem parlamenter sistem hem de başkanlık sistemi, güçler ayrılığı ve düzenli serbest seçimlerin yapıldığı demokratik hükümet sistemleridir. Bu özellikleri nedeniyle kapalı otoriter rejimlerden net bir şekilde ayrılırlar. Daha da ötesi, parlamenter sistem ile karşılaştırıldığında başkanlık sisteminde çok daha keskin bir güçler ayrılığı düzeni ve liderden bağımsız bir siyasi parti yapısı vardır. Dolayısıyla, yasama erkini daha özerk ve güçlü kılması bakımından başkanlık sistemi çok daha demokratik bir yönetim öngörmektedir. İkinci olarak, Türkiye’de demokratik siyasetin tarihi serüveni göz önüne alındığında, başkanlık sistemine geçişin Erdoğan’ın şahsi siyasi çıkarlarına yönelik kurumsal bir düzenleme olarak yorumlanması da pek mümkün değildir. Kurumsallaşma açısından büyük oranda yarı-başkanlık sistemi özelliği gösteren mevcut fiili durum zaten, Erdoğan’a yetki-sorumluluk dengesi açısından sahip olabileceği en avantajlı siyasi pozisyonu sunmaktadır. Ayrıca, Erdoğan açısından fiili durumun olduğu gibi yasalaştırılması, yani başkanlık değil de yarı-başkanlık sistemine geçiş olması, siyasi pozisyonunda çok fazla bir değişiklik getirmeyecektir. Şu halde Erdoğan’ın, değişimi isteyen değil değişime direnen taraf olması beklenmelidir. Ancak Erdoğan’ın sistem değişimini uzunca bir süredir ısrarla desteklediğini ve halen de desteklemeye devam ettiğini biliyoruz. Dolayısıyla, Erdoğan’ın sistem değişimine verdiği desteği şahsi siyasi çıkarlarını gözetmesi şeklinde değil, AK Parti hareketinin siyasi ideallerinden kaynaklandığı şeklinde değerlendirmek daha isabetli olacaktır. Diğer bir mesele ise, demokrasi ile güçlü yürütme arasında bir karşıtlık kurulmasıdır. Siyasi gücün ve karar mekanizmalarının hükümet sistemi içerisinde olabildiğince dağılmasını amaçlayan liberal-demokratik söylemden beslenen bu varsayım gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Güçlü bir yürütmenin varlığı ile demokratik hak ve özgürlüklerin bastırılması arasında doğrudan bir ilişki söz konusu değildir. Bu iki olgu arasındaki ilişkinin sağlıklı bir şekilde anlaşılabilmesi için başka değişkenlerin, mesela otorite ve meşruiyet unsurlarının, hesaba katılması gerekir. Demokrasiden geri adım atılması iktidarın güçlü olduğu durumlarda değil, otoritesinin ve meşruiyetinin zayıf olduğu durumlarda gerçekleşmektedir. Tam da bu sebeple, Türkiye siyasi tarihinde demokrasi ile güçlü yürütmenin birbirine karşıt değil, tam aksine birbirini destekleyen ve mümkün kılan olgular olduğu görülmektedir. Türkiye’de kapsamlı demokratikleşme hamlelerinin DP, ANAP ve AK Parti gibi güçlü, toplumsal meşruiyeti yüksek ve dolayısıyla risk alabilen iktidarlar tarafından atılmış olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Aynı şekilde, demokratik hak ihlallerinin zayıf koalisyon hükümetlerinin damgasını vurduğu ve devlet yönetiminde derin bir meşruiyet krizinin yaşandığı 1990’larda zirve noktaya ulaştığını da not etmeliyiz.

Gündelik siyasi çekişmelerden başımızı kaldırıp, başkanlık sistemi tartışmasını daha geniş bir tarihi süreç içerisinde ele aldığımızda muhalefetin başkanlık sistemine karşı çıkışının derinlerdeki gerekçelerini görebiliriz. Bu gerekçeleri anlamak için şu soruları sormakta fayda var: Hükümet sistemi değişikliği noktasına nasıl geldik? Ne oldu da başkanlık sistemi ülke gündeminin en kritik meselelerinden biri haline geldi? Burada şüphesiz kilit nokta, bir ülkenin sosyolojisi ile kurumsallaşması arasındaki diyalektik ilişkidir. Siyasi kurumsallaşma, belli bir dönemde toplumsal alandaki mevcut iktidar ilişkilerinin somutlaşmasını ifade eder. Yerleşiklik kazandıktan sonra kurumlar, toplumsal alandaki kurulu iktidar ilişkilerini muhafaza etme ve toplumsal değişimi dizginleme rolü üstlenirler. Ancak modern siyasetin olumsal ve değişime tâbi doğası, kurumsal yapıları sürekli bir şekilde sosyolojinin başkaldırısına maruz bırakmaktadır.

GÜÇLÜ HALK İKTİDARI

Bu perspektiften Türkiye’ye baktığımızda, 19. yüzyılda modernleşme süreci geleneksel toplum yapısını ve siyasi kurumsallaşmayı derinden sarsmıştır. Modern bürokratik devlet ve milliyetçilik fikirlerinin revaçta olduğu bu dönemde teşekkül eden askeri-sivil bürokratik elit ve etnik-dini toplumsal gruplar, saltanat temelli hükümet sistemine başkaldırdılar. Bu aktörler, 1876’da meşrutiyetin ilanıyla yönetimde padişahın yanı sıra parlamentonun tesis edilmesine, yani yeni bir hükümet sisteminin doğuşuna yol açtılar. Kısa bir süre sonra parlamentonun feshedilmesiyle önceki kurumsallaşmaya dönüş yaşansa da, 1908’de ikinci kez meşrutiyet ilan edildi. 1920’lerde ise saltanatı ve etnik-dini toplumsal grupları siyasi alandan silerek tek güç haline gelen bürokratik elit, tek-parti diktasını kurumsallaştırdı. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında toplumsal ve uluslararası değişimlerin baskısıyla tek-parti sisteminden yeni bir kurumsallaşmaya gidildi.

1950’lerde demokratik siyasi zeminde parlamenter hükümet sistemi tesis edildi. Böylece, bu tarihten itibaren geniş halk kitleleri bir siyasi aktör olarak siyasi sistem içerisinde yerini almaya başladı. Ancak halk büyük oranda, parçalara ayrılmak yerine blok halinde tek bir parti etrafında toplanma eğilimi gösterdi. Güçlü halk iktidarı bürokratik elitin ülkedeki konumunu açıkça tehdit etti. Bu durumun siyasi sistemde yarattığı sarsıntıya tepki olarak 1960 askeri darbesi yaşandı. Darbe sonrasında bürokratik elit iktidarını muhafaza edecek yeni bir kurumsal düzenlemeye gitti. Buna göre, parlamenter sisteme bazı kurumlar eklenip bu sistemin ülkedeki mevcut iktidar şartlarına göre düzenlenmesiyle vesayet sistemi kuruldu. Aynı zamanda, blok halinde hareket etme eğilimi gösteren halk kitlelerini parçalamaya, sosyolojik zemini dağıtmaya yönelik siyasi-toplumsal oluşumlar desteklendi. Buna rağmen, vesayet sistemine karşı geniş halk kitleleri güçlü liderlerin önderliğindeki siyasi partileri desteklemeye devam etti. ANAP ve AK Parti tecrübelerinin açıkça ortaya koyduğu gibi halk, sürekli olarak vesayet kurumsallaşmasını ve onun ürettiği iktidar yapılarını değiştirme umudu gördüğü tek parti hükümetlerini iş başına getirme yönünde hareket etti.

ALATURKA PARLAMENTARİZM

Günümüzde Türkiye’de parlamenter sistemi krize sokan ve başkanlık sistemini gündeme getiren tam da 60 yıllık bu sosyolojik başkaldırıdır. Parlamento, tarihi olarak Avrupa’da burjuvazinin monarşi ve aristokrasi karşısında kendi çıkarlarını korumak, egemenlik ve iktidarı paylaşmak için geliştirdiği modern bir kurumdur. Parlamenter demokrasi ise temelde, ortak etik-siyasi değerler etrafında bir araya gelen modern rasyonel bir toplumun, tartışma ve fikir alışverişi yoluyla ülke yönetiminde ortak kararlara ulaştığı bir yönetim biçimidir. Ancak Türkiye’de tesis edilen parlamenter sistem daha çok, millet iradesinin yansıması olan yürütmenin parçalanması ve vesayet rejiminin muhafaza edilmesi işlevi gördü. Dolayısıyla Türkiye’de parlamenter sistem, farklı düşüncelerin mecliste bir araya gelerek “ortak iyi”nin bulunması için fikir alışverişinde bulunduğu ve bu sürece katılanların fikirlerini rasyonel müzakereler sonucunda değiştirmeye açık olduğu bir hükümet sistemi olmadı. Siyaset fikir mücadelesinden daha çok, vesayet-halk çatışmasının ve kişisel çıkarların gölgesinde katı siyasi pozisyonların ve çıkarların çekişmesine sahne oldu. Ve maalesef hiçbir zaman ortak bir noktaya gelemeyecek, ülke meselelerine dair karar alamayacak ve daha da vahimi böyle bir kaygı taşımayan görüşlerin çatışması, siyaset kurumunun anlamsızlaşması ve yozlaşmasına sebep oldu.

Gerçekten de son 60 yıllık seçim sonuçlarına bakıldığında, halkın büyük bir kısmı kendi iradesini yönetime yansıtmayan ve anlamını yitiren bu hükümet sisteminin değişmesinden yanadır. Özellikle son dönemdeki seçim sonuçları değerlendirildiğinde halk biran önce, siyasetin kısır çekişmelerden kurtarılarak ayağa kaldırılmasını, otoritenin tesis edilmesini ve ülkenin yapısal sorunlarının çözümünü talep etmektedir. Vesayetçi bürokratik zihniyetin taşıyıcısı konumundaki muhalefet partileri ise, doğal olarak mevcut parlamenter sistemi sosyolojik başkaldırıyı ve bunun talep ettiği kurumsal değişimi durduracak son bir tutamak olarak görmektedir. Ancak vesayetin gölgesinde şekillenen parlamenter sistemin sütunları son on yılda teker teker düşmektedir. Örneğin, 2007’deki 367 krizinin ardından cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine yönelik anayasa değişikliği, 2014’te cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve bu makama vesayetle mücadelede kararlı Erdoğan gibi güçlü bir liderin oturmasıyla yürütmenin yapısı radikal bir şekilde değişmiştir. Şu açıktır ki, bu değişikliklerle beraber ülkede ortaya çıkan fiili durum artık hem Avrupai hem de alaturka parlamenter sistemin sınırları dışına taşmıştır. Halkın talepleri ve ülkenin siyasi ihtiyaçları göz önüne alınarak, bu kurumsal karmaşanın biran önce çözüme kavuşturulması ve hükümet sisteminin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.

[Star Açık Görüş, 24 Ocak 2015]