Ortodoks iktisadî teorinin kendisini ahlaktan ayıralı hayli zaman oldu. Ä°ktisat ve ahlaktan bahsettiÄŸimizde akla üç ÅŸey gelir. Pozitif iktisat, normatif iktisat ayrımı; akılcılık ve son olarak da iktisatta ahlakın yeri. Bu temel tartışmaları irdelemek için zaruri olan sualler ise; “Ä°ktisat ve ahlak (normatif yargılar) ne ölçüde birbirinden ayrılır?” ve “ahlakın bu iliÅŸkideki yeri nedir?”.
Ä°ktisadı öncelikle pozitivist anlam dünyasına mahkum eden ve ardından matematiksel soyutlama ile fiziksel deneyselciliÄŸin içerisinde ahlaktan bağımsız hale getiren neoklasik gelenek, kendisinin de içinden çıkamadığı bir noktaya vardı. Edgeworth 1881’de “Cebirsel Fizik” isimli ünlü makalesinde “iktisadın birinci ilkesinin bireylerin ÅŸahsi çıkarlarıyla hareket etmesi” ilan etmiÅŸti. O günden bu güne, neoklasik teori iktisadi kararların, “ÅŸahsi çıkar temelli” belli bir rasyonalite çerçevesinde alındığı inanışı yaygın bir ÅŸekilde kabul görür. Tartışma mezkur rasyonalite sürecinde ahlakın ya da normatif deÄŸerlendirmelerin kendisine yer bulup bulamayacağından, farklı rasyonalite tariflerine kadar çeÅŸitlilik arz etmektedir. Ortodoks okuma pozitif iktisadın normatif yargılardan bağımsız, yani salt “ÅŸahsi çıkar” ile ÅŸekillendiÄŸini vazetmektedir. Amartya Sen bu karmaşık ve soyut homo economicus kurgusunun insanları “Rasyonel Ahmaklar” ilan ettiÄŸi için karşı çıktı. Soyut insan indirgemesinden farksız olan rasyonel iktisadi beÅŸer tarifi bünyesinde birçok çeliÅŸkiyi de barındırmaktadır.Bu çeliÅŸki haline en ilginç örnek olarak “beyaz Türkler” denilen bazı kapitalistlerin, kendi ekonomik çıkarlarını nesh eden normatif yargıları gösterilebilir.
Yukarıdaki girizgahın baÅŸlıkla alakasını kurmakta zorlanacağınızın farkındayım. Bu yazının konusuyla iktisat, rasyonalite ve bilim felsefesi arasındaki ünsiyeti merak etmenizi de anlıyorum. Ama gelin görün ki “AKP’yi beÄŸenip, CHP’yi destekleyen” bazı rasyonel iktisadi müteÅŸebbislerimizin “irrasyonel” tutumu, bizleri homo economicus’un tutarlılığını tartışmak zorunda bıraktı. Ä°ÅŸ bu denememiz geçen hafta Financial Times’ta yayınlanan bir haber üzerine kaleme alındı. Radikal Gazetesinin “Beyaz Türklerin kafası karışık” manÅŸetiyle verdiÄŸi habere göre “iÅŸ dünyasından bir grubun yaptığı toplantıdan çıkan sonuç ilginç; Hepimiz CHP'ye oy vereceÄŸiz ama hiçbirimiz CHP'nin hükümet olmasını istemiyoruz” demiÅŸler. FT bu tepkiyi “AKP sermayedar eliti henüz kazanamadı” ÅŸeklinde yorumlamış.
Öncelikle kim bu beyaz Türkler? Birçok tarifi yapılabilir. Ama biz sadece 2002-2006 kesitini tarifimize temel alalım. Mesela en baÅŸta 2010 yılı hedeflerini 18,7 milyar dolar ciroyla 2005 senesinde yakalayan Koç Holding gelmektedir. 90’ların sonunda 150 milyon dolar net kârı zor yakalayan, 2005 yılında ise 500 milyon dolara yakın net kâra, 10 milyar dolara dayanan cirosuyla DoÄŸan Holding de listenin baÅŸlarında yer almaktadır. Aynı ÅŸekilde 2005 senesinde en fazla net kâr açıklayan, 11 milyar dolar ciroya ulaÅŸan Sabancı holding; 2005’te konsolide cirosunu %23 artırarak 2 milyar dolaÅŸa ulaşıp 2007 hedeflerini yakalayan Borusan Holding. Mesela aynı Borusan Holding’in kurucusu Asım Kocabıyık, "EÄŸer AKP yüzde 50’yi bulduysa bu memleket kayboldu demektir" buyurmuÅŸtu. Misalleri çoÄŸaltmak mümkün. Eczacıbaşı, Boyner, Zorlu vs. gibi ilk 500 ÅŸirket arasına giren firmaların önde gelenleri 2002-2006 arasında %14 ila %30 arasında istikrarlı bir büyüme trendi gösterdiler. 2005 yılı rakamlarına göre ilk 500 büyük sanayi kuruluÅŸunun 406’sı kâr bildirmiÅŸ. 2005’te Türkiye GSMH’nın %14’ünü yaratan ilk 500, kendisinden sonraki ikinci 500’ün %1’lik katkısı göz önüne alındığında Türkiye’nin sermaye elitinin müstesna durumu daha iyi anlaşılacaktır. Hasılı kelam FT’nin mevzu bahis yaptığı kapitalistlerin cari sistemden rahatsızlık duyması için neredeyse hiçbir sebep bulunmamaktadır. Kapitalistler de bu yargıyı desteklemekteler. AKP döneminde kazandıklarını inkar etmiyorlar. Dananın kuyruÄŸu iÅŸte burada kopuyor. Sermaye birikiminin durmaması için, AKP ile yola devam diyorlar; ama oylarını CHP’ye vereceklerini söylüyorlar. Ä°ÅŸte bu noktada tüm iktisadi ÅŸahsi çıkar, rasyonalite ve homo economicus allak bullak oluyor!
Adam Smith kapitalist sistemin iÅŸleyiÅŸindeki temel saikin (tabiî olarak) “ÅŸahsi çıkar” saÄŸlamak üzere vücuda gelen “mübadele eÄŸilimi” olduÄŸunu söyler. Marx, Smith’in bu okumasına temelden karşı çıkar. Ona göre, “ÅŸahsi çıkar”ın tabiî olması hiçbir ÅŸekilde mümkün deÄŸildir. Çünkü sosyal olarak inÅŸa edilen ve yine toplumsal yaptırımlarla idare edilen “çıkarın” tabiî olması söz konusu olamaz. “Çıkar”ın ne olduÄŸunu ve nasıl olması gerektiÄŸini tarif eden en son ÅŸey ÅŸahsın kendisidir. Hayatımızda çıkarımız için elzem olduÄŸunu düÅŸündüÄŸümüz ve insan olarak yaÅŸamımızı sürdürmemiz için gerekli olan temel ÅŸeylerin (toplumsal ve ÅŸahsi ihtiyaçların) dışında kalan her ÅŸey aslında sosyal olarak ÅŸekillendirilmiÅŸ, çoÄŸu kez de icat edilmiÅŸtir. Daha önemlisi, kapitalizm saf ÅŸahsi çıkar dinamiÄŸi üstünden deÄŸil, kâr mekanizması üstünden yürümektedir. Kâr ÅŸahsi-çıkarın içerisinde bulunsa da, nevi ÅŸahsına münhasır bir ÅŸekilde ele alınması gerekmektedir. Tam da bu noktada Türkiye’nin kapitalistlerinin irrasyonel tavrı ortaya çıkıyor. Sermaye birikimlerini fütursuzca artırmalarını saÄŸlayan ekonomi-politik ortamı hazırlayan partiyi taktir ederek, baÅŸka bir partiye oy vereceklerini söylüyorlar. Bu anlaşılması kolay bir durum deÄŸil.
Kapitalistlerin yaÅŸadığı bu ikilem ya da çıkaramadıkları ideolojik gömlekleri iki unsurdan kaynaklanıyor olabilir. Birincisi Cumhuriyet döneminde devlet eliyle ilkel-sermayeye ve birikime kavuÅŸmuÅŸ olmaları; ikincisi ise gerçekten iktisadi faaliyetlerini normatif baÄŸlamdan bağımsız okumamaları. Her durumda, geldikleri son nokta itibariyle kendi dünyalarında tutarlı bir ahlak sistemi içerisinde hareket etmektedirler. Kâr edecekleri bir yatırımı arzulamakta ama tercihlerini bu beklentilerini nesh edecek bir ÅŸahsi çıkar doÄŸrultusunda kullanmaktadırlar. Kâr ile ÅŸahsi çıkarın çatıştığı ender durumlardan birisini gözlemlemekteyiz. Bu, tafsilatı oldukça zor bir dilemma ile bizi baÅŸ baÅŸa bırakıyor. Ä°ÅŸte tam bu noktada imdadımıza beyaz Türklerin “ayakkabı fetiÅŸizmi” yetiÅŸiyor.
“Ayakkabı FetiÅŸizmi” ve Beyaz Türkler Ayakkabı fetiÅŸizmini ilk önce Kemal DerviÅŸ’ten duymuÅŸtuk. Gerçi “dost baÅŸa, düÅŸman ayaÄŸa bakar” atasözünü biliriz. Lakin onun konumuzla bir alakası yok! Yıllar önce Özal’ı ziyarete gittiÄŸinde, kapının önünde çıkarılmış ayakkabıları görünce “evinde ayakkabı ile dolaÅŸmayanlarla” aynı siyasi vizyonu paylaÅŸamayacağına karar vermiÅŸti. Yıllar sonra, Merkez Bankası baÅŸkanı seçimleri sırasında ErtuÄŸrul Özkök aynı fetiÅŸizmi gündemimize “Beyaz Türkler tasfiye mi oluyor?” sualiyle taşıdı. Özkök, tıpkı Kemal DerviÅŸ gibi DurmuÅŸ Yılmaz’ın evindeki "en tanıdık ama en çarpıcı unsurlar, kapıdaki ayakkabılar"a takılmıştı. Bu ayakkabılar "düz ayakkabılar"mış. "Üçü de erkeklere ait. Üçü de çamurlu"ymuÅŸ! Özkök "çocukluÄŸundan beri tanık olduÄŸu ÅŸeyler" karşısında bu denli içlenmiÅŸti. Ä°çinin kan aÄŸladığına biz de eminiz. Özkök, geçen ay “Terlikli Zirve” manÅŸetiyle, bu saplantısını bir kez daha gösterdi. Bizce “ayakkabı” ile “beyaz Türkler” arasında bu metafizik gerilimi oldukça yüksek iliÅŸki, “yerli” kapitalistlerimizin kar ile ÅŸahsi çıkar arasında yaÅŸadıkları dilemmanın bir benzeri. Farkındayım, ikisi arasındaki iliÅŸki pek tafsilatı kolay bir baÄŸlantı deÄŸil. Ama takdir edersiniz ki Erke Dönergeci’ni anlamak da kolay deÄŸil! Sözün özü, bu arkadaÅŸlar, ayakkabısını çıkaranları CumhurbaÅŸkanı da Merkez Bankası baÅŸkanı da olsalar pek sevmiyorlar!
Yazımızın konusu kiÅŸisel tercihlerin ÅŸahsi çıkarla inÅŸa edildiÄŸine dair neoklasik iddianın beyaz Türkler örneÄŸinde geçerli olmadığını göstermeye çalışmaktı. Beyaz Türklerin kâhir ekseriyetinin neoklasik iktisada iman etmiÅŸ olmaları da bu çeliÅŸkiyi ortadan kaldıramıyor. BaÅŸka bir deyiÅŸle pozitivist iktisadın pratisyenleri olan kapitalistlerin, normatif yargılarından ne kadar kurtulabileceklerini anlamaya çalışıyoruz. Adeta kapitalistlerimizin Stockholm Sendromu düzeyinde CHP’ye duydukları baÄŸlılık, iktisattan ziyade politik psikolojinin incelemesi gereken bir konu da olabilir. Bu noktada pozitivist iktisadi rasyonalitenin havlu atması gerekiyor. Öyle ki karşımızdaki konu tam anlamıyla sınıfsal bir olgudur. Sınıfsal imtiyazlardan kaynaklanan içgüdüsel refleksler iktisadi beÅŸerin, kâr mekanizmasını bir tarafa iterek, irrasyonel davranmasını saÄŸlamaktadır. Kapitalistlerimizin CHP’ye ulaÅŸmak için yürüttüÄŸü irrasyonalite kendi dünyasında oldukça rasyoneldir aslında. Türkiye sosyolojisi ve ekonomi-politiÄŸi beyazlarımızı sıkıştırmaya devam ettiÄŸi sürece de benzer “rasyonel ahmaklıkları” görmeye devam edeceÄŸiz. Bunun en güzel delili Rahmi Koç’un Hindistan’a dair sözleridir. Koç bakışıyla Hindistan’ı aÅŸağıdaki gibi okuyan bir zihnin, AKP’yi destekleyip CHP’ye oy vermesi, “cumhurbaÅŸkanının eÅŸinin tesettürsüz olmasını istemesi” ya da 19 Mayıs kutlamalarına “ÅŸortsuz ama eldivenli” katılan kızlardan duyduÄŸu rahatsızlık sorgulanamaz; sadece tutarlı olduÄŸu teslim edilir:
‘‘Hindistan'a gittim. Orada gördüm ki hiç kimse diÄŸerini kıskanmıyor. Bir tarafta Hint fakiri denilen ve her ÅŸeyden mahrum yaÅŸayanlar ki sayıları çok fazla. DiÄŸer tarafta mihraceler. Cennet gibi yerlerde yiyorlar, içiyorlar, yaşıyorlar. Orada çok farklı bir sistem kurulmuÅŸ: Kast sistemi. Bu sistemde sadece tuvalet temizleyen var, merdiven silenler var. Hepsi de iÅŸini severek yapıyor. Ama öyle olmasa herhalde yüz milyonlarca iÅŸsize iÅŸ bulmak imkansızdı. Bu sistem çalışıyor ve dünyanın en büyük demokrasisi de orası olmuÅŸ.”
Anlayış, Ağustos 2007