Biden yönetiminin kapsamlı ve etkin bir Çin politikası oluşturmakta zorlandığı açık. Trump döneminde Çin’e sürekli baskı uygulayarak bu ülkenin alanını daraltmaya çalışan Washington, Biden döneminde hem rekabet hem iş birliği söylemiyle yola çıktı. ABD’nin Çin’le mücadele etmesi gerektiği konusunda her iki parti arasında genel bir uzlaşı olmasına rağmen somut ve etkin bir Çin politikası oluşturmakta zorlandığını görüyoruz. Dışişleri Bakanı Blinken’ın Çin ziyaretinin şubat ayında gerçekleşmesi bekleniyordu ancak ziyaretin ‘casus balonu’ gerginliği yüzünden ertelenmesi ilişkilerdeki kırılganlığın ve güvensizliğin bir göstergesi oldu. Blinken, ikili ilişkilerde bir süredir artan tansiyonu düşürmek ve ‘yapıcı’ bir ilişki çerçevesi çizmek amacıyla Çin’e gitti ancak somut bir sonuç elde ettiğine ilişkin bir işaret yok.
Biden yönetimi Trump’ın Çin’e karşı sertlik politikasından uzaklaştı ancak daha dengeli bir politika oluşturma konusunda başarılı olduğunu söylemek zor. ABD’nin Çin’le ticaret hacmi rekor kırmaya devam ederken Washington’un yarı iletken çip sınırlandırmalarında olduğu gibi ileri teknoloji alanında mücadele çabası gerginlik yaratıyor. Çin’in Rusya’yla yakınlaşmasını engellemeye çalışan Washington, Tayvan konusunda askerî bir çatışmanın eşiğine gelmekten çekiniyor. Uygur meselesinde hem retorik hem de pratik düzeyde Trump döneminin epey gerisinde kalan Biden yönetimi, insan hakları meselelerini Çin’in sert tepkisini çekecek seviyede gündeme getirmekten kaçınarak stratejik meseleleri öncelediği eleştirileriyle karşı karşıya kalıyor. Daha fazla örnek verilebilecek bu tür ikilemler, Washington’un Çin politikasını ‘iki arada bir derede’ bir pozisyona sıkıştırıyor.
ABD’nin Trump döneminden beri Çin’e karşı uyguladığı ticari yaptırım baskısı, geçen sene 700 milyar dolarla rekor kıran Çin-Amerikan ticareti üzerinde risk oluşturmaya devam ediyor. Pandemi döneminde Amerikan tedarik zincirinin Çin’deki üretim altyapısına fazla bağımlı olduğunun farkına varan Washington, bir yandan kritik önemdeki ürünlerin üretimini ABD’ye taşımaya çalışıyor bir yandan da kritik teknolojilerin Çin’e ihracını yasaklıyordu. Global Amerikan firmalarının bazıları üretimlerini Hindistan gibi ülkelere kaydırarak risk azaltmaya çalışıyor ancak Çin pazarından çıkmak da istemiyorlar. Apple’ın Çin’deki akıllı telefon pazarındaki payının %20 civarında olduğu ve Starbucks’ın Çin’de 4000 civarında lokasyonu olduğu hatırlandığında Amerikan şirketlerinin bu büyük pazarı neden kaybetmek istemedikleri daha iyi anlaşılıyor. Çin ekonomisinin son zamanlarda yaşadığı zorluklar nedeniyle Amerika’ya ekonomik rest çekme lüksü olmadığını da not etmek gerekiyor. Bu durumda Çin-Amerikan ticareti her iki taraf için de bırakıp gidemeyecekleri bir dansa dönüşmüş durumda.
Ekonomik alandaki mücadelenin belli sektörlere ve bazı kritik ürünlere odaklanması ikili ticaretin büyük hacmine halel gelmesini bir dereceye kadar engelliyor. Peki bu tür bir denge denkleminin askerî ve stratejik alanlarda sağlanması mümkün mü? Örneğin Pekin’in agresif siber casusluk çabaları Washington’u epeydir rahatsız ediyordu ve Çin’in son zamanlarda Küba’yla istihbari ve askerî ilişkiler geliştirmesi bu rahatsızlığı iyice artırmış durumda. Amerika’nın Hindistan, Avustralya, Kore ve Japonya gibi ülkelerle ilişkilerini derinleştirerek Çin’in alanını daraltma çabalarına misilleme olarak okunabilecek bu adımlar, Çin’in ‘çaresiz’ olmadığını göstermeyi hedefliyor. Ekonomik alandaki karşılıklı bağımlılığın stratejik meselelerde belli oranda istikrar etkisi yapması söz konusu olsa da her iki ülke de ellerinde farklı opsiyonlar olduğunu göstermeye çalışmaktan çekinmiyor.
ABD’nin Ukrayna’da Batı’yı bir arada tutarak Rusya’nın işgal girişiminin kabul edilebilir olmadığı mesajını vermeye çalışması aynı zamanda Çin’e Tayvan konusunda bir mesaj olarak sunulmuştu ancak Çin bu mesajı kabullenmiş görünmüyor. Aksine Tayvan’a artan Amerikan desteği Çin’in sert ve ani bir tepki verme ihtimalini artırmaya başladı. Çin’in tatbikatlarında Tayvan’a askerî operasyon senaryolarını uygulaması tansiyonu daha da artırmıştı. Çin ve Amerikan orduları arasındaki üst düzey iletişimin kopmasına neden olan gelişmeler sonrasında, Amerikan Savunma Bakanı Lloyd Austin iletişim kanallarını tekrar kurma arayışında olmuş ancak Çin tarafı buna yanaşmamıştı. Biden yönetimi Çin’in beklenmedik bir askerî harekâta girişmesi durumunda zor durumda kalacağının farkında olduğu için bu alanda da öngörülebilir bir ilişki arayışındaydı ancak Blinken’ın Çin ziyaretinden bu konuda da somut bir sonuçla dönemediği anlaşılıyor.
Blinken’ın ziyaretinin ilişkileri daha öngörülebilir biçimde tekrar rayına oturtma çabasının bir parçası olduğu açık ancak ABD-Çin ilişkilerinin geleceğine ilişkin kapsamlı bir vizyon ortaya koyulamadığı da aşikâr. Blinken’ın ‘Tayvan’ın bağımsızlığını desteklemiyoruz’ açıklaması Amerika’nın pozisyonunda değişiklik olmadığını vurgulama amacı taşıyordu ancak Biden daha önce Tayvan’a bir saldırı olması durumunda adayı koruyacaklarını söylediği için Blinken’ın sözleri birçok konuda olduğu gibi bu konuda da kafa karışıklığına işaret ediyor. Çin’in en önemli rakip olduğu ve Amerika’nın küresel liderlik iddiasının devamı için bu mücadeleyi kazanması gerektiği yönündeki Washington konsensüsüne rağmen Biden yönetiminin politikasının “ne Çin’le beraber ne de Çin’e karşı” şeklinde özetlenebilecek bir açmaza sıkışıp kaldığını söyleyebiliriz.
[Yeni Şafak, 21 Haziran 2023].