Küresel ekonomideki dengesizlikler yapısal derinlik kazanma yolunda hızla ilerliyor. Cari açıklar, sermaye hareketleri, enflasyon sıkıntıları ve gelir dağılımı eşitsizlikleri en başta gelen sıkıntılardan. Amerika küresel tasarrufları kontrol etmeye devam ediyor. Dünya genelindeki net tasarruf akışının üçte ikisi Amerika’ya yönelmiş durumda. Japonya ve Almanya gibi ülkeler Amerika’nın ithal ettiği kapitalin yarısına denk gelen kapitali ihraç etmeye devam ediyorlar. Amerika geriye kalan kapital akışını ise orta ölçekli ülkelerden karşılıyor. Petrol üreticisi ülkeler bu pastada büyük bir yer tutmuyor, Çin hatta düşük gelirli ülkelerden Hindistan, Endonezya ve Nijerya da paylarına,
Mayıs ayı içerisinde yaşanan küresel ekonomik dalgalanmayı anlamlandırmak için öncelikle küresel dengesizliklere bakmak gerekiyor. Bir önceki paragraf oldukça detaylı tartışmaların bir özeti aslında. Elbette küresel ekonomik dengesizliklerin tek kaynağı ABD merkezli kapital akışı veya cari açık sorunu değil. Lakin 11 Trilyon dolardan fazla olan finans kapitalin her “kontrolsüz hareketi” başka bir dalgalanma için yeterli olmaya devam edecektir. Dünya ekonomisinin ABD ekonomisinin büyümesiyle simetrik hareket etmesinin yapısal sebepleri sorunun ana kaynağı durumunda. Amerikan piyasası ise büyümek için daha fazla borçlanmak zorunda. Dünya genelinden günlük 2 milyar dolar civarında para Amerikan ekonomisine küresel “dengesizliği” korumak üzere giriyor. Asya krizinin ardından yatırımdan uzaklaşıp finansa giren kapital, G-7 ülkelerinde 1.3 Trilyon dolar şirket tasarrufuna dönüştü. Bu rakam 2003-2004 senelerinde gelişen piyasalar ve kalkınmakta olan ülkelerin cari işlemler fazlasının iki katına tekabül etmektedir. Daha açık söylemek gerekirse, şirketler karlarının çok az kısmını reel yatırıma dönüştürdüler ve büyük bir kısmını kapital stok halinde tuttular. Elde biriken finans kapital 2001 senesinden bu yana küresel anlamda para bolluğunun oluşmasını sağladı. Yaşanan global likidite ortamında nerdeyse dünya çapında kazanmayan hiçbir borsa kalmadı. Türkiye de tıpkı diğer ülkeler gibi nasibine düşen payı aldı. Aynı dönemde koalisyonsuz iktidar, AB müzakere süreci ve IMF politikalarında sapma olmaması Türkiye’yi Irak savaşına rağmen sıcak para ve yatırımcı sermaye çekmekten uzaklaştırmadı. Mayıs ayının ortasına vardığımızda yaşanan likidite bolluğu ve son üç senedir sağladığı nimetler bir anda unutulmaya başladı. OECD üyesi olan 30 ülke için 2006 senesi büyüme oranını sene başında %2.9’dan %3.1’e yükseltmişti. Son dalgalanmanın ardından büyüme oranları tahminlerini yeniden gözden geçirme kararı aldılar. Piyasalarda son üç senedir yaşanan gereğinden fazla rahatlık yerini realizme bırakmaya başladı. Piyasalar bir krizin içerisine gömülmedi ama geçmişte var olan aşırı optimizmin de gelecek için duyulan aşırı pesimizmin de yanlış olduğunu ortaya koydu. Geçmişe baktığımızda, volatilitenin %10’dan az olduğu ve ardından %20 atlama yaptığı dönemlerde dalgalanmanın düzensiz ama şiddetli olduğunu bizlere gösteriyor. En son dalgalanma 1999 ile 2003 arasında yaşanmıştı. 1950’den bu yana tasnif edilen 9 volatilitede ABD ekonomisi %10’un altında dalgalandı. Fakat Nisan ayı itibariyle tam 27 aydır devam eden düşük düzeyli volatilite 1950’den bu yana yaşadığımız en uzun dalgalanmaydı. Düşük yoğunluklu ekonomik volatilite birçok iktisatçının hem fikir olduğu üzere finansal bir istikrarsızlığa giden bir yoldur. Düşük enflasyon oranları, istikrarlı büyüme oranları düşük faizlere ve varlıkların balon haline gelmesini sağladı. Bu şişme ilk önce teknoloji hisselerinde ardından da emlak piyasasında küresel anlamda tecrübe edildi. Son üç senedir, özellikle de son iki senedir gelişmekte olan ülkelerin piyasalarında yaşanan renklilik bu sürecin bir parçasıydı. Normal zamanlarda gelişmekte olan ülkelerde riskli bulunan piyasalara sıcak para girişleri bu ülkelerin merkez bankalarının dünya piyasalarında esen pozitif hava ile simetrik hareket etmesiyle de riskin oldukça düştüğü şeklinde trendi oluşturdu. Sonuçta oldukça büyük miktarlarda sıcak paralar bu ülkelere aktı.
Yaşanan dalgalanmanın ilk etkileri gelişmekte olan piyasaların kurlarında kendisini oldukça hızlı bir şekilde gösterdi. Endonezya’dan Brezilya’ya, Polonya’dan Türkiye’ye dalgalanma kurları vurdu. Bu hafta pazartesi ile birlikte ABD faizlerinin bir sonucu olarak satış baskıları Latin Amerika hisselerinin ve kurlarının düşüşüne sebep oldu. Aslında ilk hareketlenme Asya piyasalarında hisse senedi satışlarında yaşanan yolsuzluğa Bank of Japan’ın başındaki Fukui’nin isminin karışmasıyla Japon Nikkei endeksinin %4.1 düşmesiyle başladı. Ardından Brezilya reali 2.25’ten 2.98’e, Meksika Pesosu 11.39’dan 11.47’ye ve Türkiye’de dolar dün itibariyle 1.6’yı görerek hareketlendi. %25’lere varan bu dalgalanma Endonezya’da Rupiya’nın 9.3’ten 9.5’e, Güney Kore’de Vonun 956’dan 961’e ve Tayvan’da doların 32.5’ten 32.6’ya oynamasıyla devam etti.
Geçen sene itibariyle gelişmekte olan piyasalara giren kapital toplamı 492 milyarı buldu. Bu miktarın 192 milyar doları sermaye çekişinde %20 artış gösteren Orta Asya ve Avrupa’ya gitti. Bu pastadan pay alan önemli ülkeler arasında Türkiye ve Rusya bulunuyor. Latin Amerika ve Karahiplere 94 Milyar dolar aktı. Asya ise 138 milyar dolar çekti. Mayıs son haftada yaşanan volatilite son iki yıl içerisinde vuku bulan en büyük kapital çıkışına sebep oldu. Gelişmekte olan ülkeler 1998’de Rusya’da yaşanan krizden bu yana ikinci büyük krizlerini yaşamış oldular.Bu hafta açıklanacak olan ABD enflasyon rakamları dalgalanmanın boyutunu doğrudan etkileyecektir. Küresel anlamda yükselmesinden korkulan enflasyonun Amerikan Merkez bankası başkanı tarafından Haziran’ın ilk haftası telaffuz edilmesi bile piyasaları germeye yetti. Avrupa Merkez Bankası fiyat istikrarı için %2 olmalı dediği enflasyonun artacağının işaretlerini verdi. Uzunca süre deflasyon yaşayan Japonya bile enflasyon tehlikesinin ekonominin deflasyon döngüsüne düşmesinden daha büyük olduğunu söylemeye başladı. Enflasyon hedeflemesine geçen Türkiye, çift haneli rakamlardan tek haneli rakamlara indirdiği enflasyonun yeniden artışa geçmesinden ciddi şekilde tedirgin oldu. Gelişmiş ülkeler 1970’lerde yaşanan derin enflasyon dönemlerini hatırlamaya başlarken, kalkınmakta olan ülkeler 1990’ların enflasyon sorunlarını gözlerinin önüne getirdiler. Enflasyon hareketlenmesinin geçmiş boyutlara hızla ulaşacağı orta vadede muhtemel gözükmese de küresel ekonominin en önemli sorunu olmaya devam edecek. Son altı ayda yaşanan enflasyon gelişmeleri küresel ekonominin üç ana bölgesinde hareketlendi.
Son 3-4 yıl boyunca yaşanan büyüme Amerika ve Japonya’daki atıl kapasitenin kullanılmasını sağladı. Bu ise hızlı büyümenin kapasitesini enflasyonu tahrik etmeden daralttı. Enerji fiyatlarında yaşanan yükselme, dönemsel fiyat artışından ziyade kalıcı fiyat trendine dönüşmeye başladı. Artan taleple beraber değerlendirildiğinde enflasyonu tahrik etmemesi ihtimal dışıdır. Enerji fiyatlarını tüketimde ve üretimde kullanan tasnifi yaptığımızda, artan fiyatlardan doğrudan etkilenen kapitalist sistemin merkezi değil periferisidir. Bu ise küresel enflasyonu ucuz üretimle azaltma gücüne sahip üretici ülkelerin maliyetleri fiyatlara yansıtma potansiyeline dönüşmektedir. Son beş yılda Asya’da sağlanan ucuz üretim yoluyla Amerika’da enflasyon ancak %0.1, Avrupa’da ise %0.3 oranında aşağı çekilebildi. Ucuz ithal ürünlerinin sağladığı enflasyon rahatlamasının oranı enflasyon baskısından daha az olma trendine girmiştir. Parasal göstergelere bakıldığında ise oldukça hızlı borçlanma fenomeni karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunların yanında kamuoyunda enflasyon beklentisi artmaktadır. Bu ise ücret artış talepleri de demektir. Türkiye Küresel Dalgalanmanın Neresinde?
Son iki ayda enflasyon rakamlarının tahmin edilenin üstünde çıkması ve ardından Mayıs içerisinde yaşanan küresel dalgalanma Türkiye’yi bildik karamsar havanın içerisine bir anda soktu. Ülke içerisinde yaşanan sığ siyasi döngünün de etkisiyle felaket tellallığı yapanlardan, kriz senaryosu çizenlere kadar oldukça hızlı bir kötümser hava estirilmeye başlandı. Merkez Bankası bütün bu gelişmelere rağmen enflasyon hedeflemesini koruduğunu açıkladı. Merkez Bankası enflasyon hedeflemesine sahip çıkmasıyla birlikte faizleri yükseltti. Dünya Merkez Bankalarıyla da uyumlu bir adım atmış oldu. Kurun 1.3’lerden 1.6’lara ulaşmasına rağmen bir şok havası oluşmadı. Ama bütün bunlara rağmen faizlerin artmış olmasının elbette bir maliyeti var. Özellikle işsizlik sorununu iyileştirecek yapısal adımların yeterince atılmadığı bir dönemde faizlerin yükselmesi yatırımları etkileyecektir. İşsizlik konusundaki kırılganlığımızın yanına cari açık sorununu da eklemek gerekiyor. Cari açığın nasıl finanse edileceği sorunu özellikle son 3 haftada yaşadığımız dalgalanma dönemlerinde daha fazla öne çıkan bir sorundur. Yaşanan küresel dalgalanmadan birçok gelişmekte olan ülke nasibini aldı. Ama Türkiye diğer ülkelere nazaran biraz daha fazla yara aldı. Bunda iç siyasette yaşanan sorunlarında doğrudan etkisi var. Cari açığı büyük oranda dışarıdan gelen sermaye ile finanse ediyoruz. Dalgalanma yaşandığı anlarda bu finansman kaynaklarının çekilmesi oldukça ciddi sorunlar doğurabilir. elbette ekonomi yönetiminin başındaki siyasiler de bu riskin farkında. Fakat son üç senedir aşılamayan ekonomik yönsüzlük sorunu önlerini görmelerine engel. Global likidite bolluğu içerisinde IMF programıyla ve AB süreciyle beraber faizleri ve enflasyonu dizginlemeyi başaran Türkiye ekonomisi; bu iki tıkalı ana arteri ne için açmış olduğunun hala net bir cevabını verebilmiş değil. Bu cevabın verilememesinde hem özel sektörün bir kalkınma stratejisi dahilinde seçici yatırımlar yapmaması hem de siyasi iktidarın parti programına koyduğu ekonomik kalkınma hedeflerine yaklaşmamış olmasının payları var. Türkiye son üç yılda yakaladığı mali ve siyasi istikrar ile ekonominin tıkanan ana arterlerini gerçekten açtı. Bu arterler ekonominin kalbi rahat çalışsın diye açıldı. Bundan sonra atılacak adımlar, ekonominin bütün bedenine bir yön vermek şeklinde olmalıdır. Bu adımlarda hali hazırda geç kalındı. Ama yaşanan son volatilite bize Türkiye ekonomisinin artık dalgalanmalara panik tepki vermediğini gösteriyor. Bu olumlu hava bir kalkınma stratejisi ile birleşmek zorunda. Aksi takdirde son 3-4 sene boyunca yaşanan küresel pozitif ekonomik şartların kırılgan bir ortama girdiği dönemde, atılacak her yanlış adım kazanılan birikimlerin de heba olmasını sağlayabilir. Küresel anlamda faizler yükseliyor, para bolluğu azalıyor, risk alma eğilimleri azalıyor ve enflasyon beklentileri artıyor. Bütün bu trendler Türkiye için yeterince uyarı sinyali aslında. Gelen sinyallerden ders çıkarmak herkesin görevi.