Türkiye’nin tampon devlet kimliğinden hızlı bir biçimde proaktif ve çok boyutlu diplomatik aktivizme geçişi, son dönem Türk dış politikasının amaç, niyet ve realizmi hakkında bazı soru işaretlerine neden olmuştur. Belli alanlarda ve belli durumlardaki bu soru işaretleri, Türkiye’nin yönelimleri hakkında artan bir şüpheciliğe dönüşmüştür. Bu makale, üç tür şüpheci yaklaşım olduğu, bunlardan ikisinin Türk dış politikasının yeni dinamiklerini anlamaktan uzak olduğunu ortaya koymaktadır. Bunun yerine bu çalışma, yeni proaktivizmin yaşama imkanı ve potansiyel yönelimlerini mütalaa etmek için üç objektif kriter sunmaktadır, yani ortam, kapasite ve strateji. Bunun da ötesinde bu çalışma, çok boyutlu ve yapıcı dış politika aktivizminin sürdürülebilirliği için Türkiye’nin, Avrupa Birliği çıpasını kendi dış politikası ve sağlam demokrasisinin ana ekseni olarak görmesi gerektiğini ifade etmektedir.
Zbigniew Brzezinski, 1997 yılında, The Grand Chessboard (Büyük Stranç Tahtası) adlı önemli çalışmasında şöyle diyordu: “Avrasya-Balkanlar’da gittikçe artan istikrarsızlık ve mevcut durumun potansiyel olarak daha da kötüleşmesindeki gerçek, birbirine komşu ve her biri tarihsel olarak emperyal olan, bölgede de kültürel, dini ve ekonomik çıkarlara sahip olan iki büyük ulus-devletin, yani Türkiye ve İran’ın, kendi jeopolitik zeminlerinde değişken ve iç yapılarında kırılganlık potansiyeli taşımalarıdır. Bu iki devletin istikrarsızlaşması durumunda, süregelen etnik ve sınır çatışmalarının kontrolden çıkması ve bölgenin zaten zayıf olan güç dengesinin alt üst olmasıyla tüm bölgenin ciddi bir düzensizliğe sürüklenmesi kuvvetle muhtemeldir. Buna göre, Türkiye ve İran sadece önemli jeostratejik oyuncular değil, aynı zamanda iç koşullarının bölgenin kaderi için kritik önemi haiz olan jeopolitik merkez devletlerdir. Bunların her ikisi de, güçlü bölgesel emelleri ve tarihsel anlam hissiyatı olan orta-büyüklükte güçlerdir.” Brzezinski’nin 1997 yılında Türkiye üzerine yaptığı bu saptamadan bugüne, Türkiye ve dünyada ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçiyor. Küresel kargaşa içinde olan dünyamızda Türk dış politikası da bu dönüşümlerden etkileniyor. Bununla birlikte, kabul etmeliyiz ki, Brzezinski’nin, bölgesel güç kimliğine ve bu rolün sürdürülebilirliği açısından iç istikrar gerekliliğine vurgu yaptığı Türkiye tanımlaması ve betimlemesi hala geçerliliğini koruyor. Türkiye’nin dünya politikasında “jeopolitik merkez” ve “bölgesel güç” olma rolü son yıllarda daha da önem kazandı. Artık Türkiye’nin, Orta Doğu’da barış ve istikrara katkı yapmaktan terörizm ve aşırılıklarla mücadele etmeye, yeni bir enerji merkezi olmaktan diyalog, tolerans ve beraber yaşama temelindeki bir dünya vizyonunu amaçlayan “medeniyetler-arası diyalog girişiminin” mimarlarından biri olmaya kadar birçok alanda proaktif, çok boyutlu ve yapıcı bir dış politika izlemesi bekleniyor. Bu minvalde Türkiye ve onun yakın tarihine duyulan ilgi arttı. Bunun da ötesinde Türkiye’ye yönelik küresel cazibe, sadece Türkiye’nin Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasların kesişim noktasında “jeopolitik güvenlik dayanağı” şeklinde fonksiyon görebilen güçlü bir devlet olarak jeopolitik kimliğinden değil, aynı zamanda parlamenter demokratik yönetimi, laik anayasal sistemi ve Müslüman nüfusu ile modern ulusal bir yapıyı oluşturan kültürel kimliğinden de kaynaklanmaktadır. Soğuk Savaş’ın bitişi, Türkiye’nin “tampon devlet - jeopolitik konum” yaklaşımını sona erdirmesine neden oldu ve devinim halindeki Türk dış politikasının yükselen proaktivizmi şekillenmeye başladı. Zaten Türk dış politikası da yeni bir kimlik arayışı içindeydi. Son dönemdeki küresel dönüşümlerin Türkiye’den daha aktif, çok boyutlu ve yapıcı bir dış politika beklediğini düşünürsek, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun çok doğru bir şekilde işaret ettiği gibi, yeni anlayışın “stratejik derinliği” sadece jeopolitiği değil aynı zamanda kimlik ve ekonomiyi de kapsama alanı içine alması gerekiyordu. Öyleyse jeopolitik, modernite ve demokrasi, proaktif bir Türk dış politika kimliğinin asli unsurları olmaktadır. Bu kimlik, Türkiye’nin askeri ve jeopolitik yeteneklerinden kaynaklanan tarihsel “sert gücü” ile başarılı bir biçimde bütünleşen Türk dış politikasındaki “ince gücün” görünürlüğünü ve artan rolünü de kapsamaktadır. Etki alanını genişletme yeteneği kadar “stratejik derinlik” de hem sert gücü hem de yumuşak gücü gerektirmektedir. Bunun anlamı güvenlik ve (demokrasi, ekonomi ve kültürel kimlikle tanımlanan) modernitenin dış politika yapım sürecinin belirgin kaynakları olarak bir arada olmasıdır. Elbette Türk dış politikasının ince güç niteliği, yeterince çokkültürlü, demokratik ve çoğulcu olamasa da Türkiye’nin modernite içindeki ilginç ve kayda değer yolculuğundan; sağlam ve derin olamasa da siyasal anlamda demokrasiye bağlılığından; insani gelişim açısından kendini yeterince başarılı kılamasa da ekonomik dinamizminden ve yeterince realist ve etkili olamasa da proaktif, sorun-çözücü ve diyalog- temelli iyi komşuluk ilişkilerine dayalı diplomasisinden kaynaklanmaktadır. Son dönem Türk dış politikasındaki tüm bu nitelikler, laik ve demokratik anayasal bir yönetimin, büyük çoğunluğu Müslüman olan nüfusla birlikte mümkün olabildiğini göstermesi bakımından küresel bir cazibe kaynağı oldu. Bunlar ayrıca, küresel ölçekte, bölgesel güç denklemindeki geleneksel jeopolitik öneminin yanında etkili ince güç unsurlarını da barındıran bir Türkiye’nin anahtar ve merkez aktör olarak algılanmasını güçlendirmeye de neden oldu. Birçok dış politika yorumcusunun de işaret ettiği gibi, şüphe yok ki, bugün Türkiye jeostratejik önemi, modern oluşu, demokrasisi ve ekonomisiyle bölgesel bir güçtür ve dünya politikasında merkez bir aktördür. Bunların hepsi de Türk dış politikasının proaktif, çok boyutlu ve yapıcı kimliğinin politik ve söylem- sel temellerini oluşturmaktadır. Lenore Martin’in The Future of Turkish Foreign Policy adlı çalışmasının girişinde de belirttiği gibi “Yirminci yüzyılın sonunda uluslararası ilişkileri yeniden şekillendiren tektonik güçler –Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Balkanlar ve Avrasya’daki etnik çatışmalar, İslami fundamentalizmin yükselen sesi, ulusal ekonomilerin küreselleşmesi ve demokratikleşme ile sivil topluma olan talebin artması- Türkiye’yi jeopolitik bağlamda yükselen bir merkez olma rolünü üstlenmeye doğru itti. 21. yüzyılın hemen başındaki artçı şoklar -11 Eylül saldırıları, anti-Batıcı terörizmin küresel anlamda yayılışı, ABD’nin Irak’ı işgali ve NATO ile BM arasındaki uzlaşmanın çatırdaması- bölgedeki kritik rolü teyit edilen ve de karmaşık hale gelen Türkiye için yeni meydan okumaları da beraberinde getirdi.” Benzer biçimde Graham Fuller da Yeni Türkiye Cumhuriyeti adlı çalışmasında, Türkiye’yi Müslüman dünyada merkez bir ülke olarak tanımlıyor ve küresel ilgi ve cazibe toplayan proaktif dış politikasıyla Türkiye’nin 11 Eylül-sonrası dünyada bölgesel bir güç olacağını iddia ediyor.