Taksim nihilizminin en hararetli ideolojik tedarikçisine dönüşen sol-liberal dünya; önemli bir tartışmanın nereye doğru yöneleceğine dair ciddiye alınması gereken işaretler de verdi. Tartışmamız, yeni Türkiye’de, ‘Kemalizm’in ne olacağı’ konusudur.
Önümüzdeki dönem için post-Kemalizm mi neo-Kemalizm mi arzu edilmektedir? Sol-liberal aktörlerin Taksim olaylarıyla beraber başlayan Kemalizm ve Liberaller arasında tazelenen nikahtan mütevellit ‘öze dönüş’ analizleri ardı sıra gelmeye başladı. Bir gün ‘dış politika eleştirisi’ formunda diğer gün ‘devleti ele geçiriyorlar’ kılığında arzı endam ediyorlar. Kâh Mısır üzerinden Kemalizm’e methiye şeklinde; kâh çözüm sürecini gerçekten kesintiye uğratacak bir provokasyon beklentisi olarak nüksediyor. Manzaraya bakılırsa, daha uzunca bir süre ‘post-Kemalizm dünyası’ ufukta görünmeyecektir. Çünkü sol-liberal kesimler büyük ölçüde sekülerizm ortak havuzunda, Kemalizme omuz vermekten hiç yüksünmüyorlar. Yeni dönemde siyasal bir pozisyon inşa edemeyen liberalizmin, oldukça ilkel bir tenasüh ile neo-Kemalizmin cesedinde arzı endam edeceğini göreceğiz.
ÇOCUKSU YAKINMA DİLİ
Neo-Kemalizmin son dönemdeki popüler konusu ‘dış politika eleştirisi’ şeklindeki analizler. Neredeyse 2007’de ulusalcıların tek merkezden pompalanan ‘ülke elden gidiyor’ emaillerindeki düzeyin ötesine geçmeyecek derecede birbirini tekrarlayan ve konu başlıklarını sıralayıp ardından ‘iflas etmiş dış politika’ ilanlarından geçilmiyor. Ultra nasyonalist bir kalemle liberal bir kalemin; Kemalist bir gazete manşeti ile ‘liberal bir gazetenin’ dış politika manşetlerinin pişti olmaya başladığı bir döneme girdik. Oysa daha sakin ve daha bilgi dolu tartışmalar ışığında Türk dış politikasının eleştirilmesine ihtiyaç var. Sahadan kopmayan, aktörlerle hem hal olan, tercüme faaliyeti yerine doğrudan ünsiyet kuran, kavramsal ve pratik çerçeveyi farklı ideolojik yaklaşımlarla ele alan tartışmalara ihtiyaç var. Dış politika yapımında en fazla ‘katılımcılık’ istemesi gerekenlerin Kemalizme savrulması sadece tartışmanın düzeyini düşürmemekte; aynı zamanda politika yapımına katkıyı da imkansız hale getirmektedir.
Dış politikada Türkiye’nin dışında gelişen yüzlerce farklı dinamiğin ortaya çıkardığı sonuçlarla, Türk dış politikasının ilişki kurma biçimi bir eleştiri konusu yapılabilir. Bunda fazlaca bir sıkıntı yok. Bu ilişkinin ‘tarzı, ideolojik eğilimleri ve stratejisine’ dair somut eleştiriler de yapılmalıdır. Fakat eleştiri sahiplerinin kahir ekseriyetinde bu düzeyde bile bir tenkit görmek mümkün değil. Büyük ölçüde çocuksu bir yakınma dili hakim. Bu yakınmanın da ölçüsü oldukça basit bir suale yaslanıyor: Kaç ülkeyle ilişkimiz iyi? Soru kendi içerisinde tutarlı ama liberal indirgemeci dünyada, ancak Türk dış politikasının bütün bağlamını yok sayarak sorulabiliyor. Ya da başka bir deyişle, akıl almaz bir soyutlama ile neredeyse Türkiye’yi coğrafi olarak Norveç’te, siyasi olarak Martinik’te ve ekonomik olarak Kuveyt’te olduğu varsayılarak sorulan bir soru.
Türkiye jeopolitik anlamda üç eko-sistemin ortasında ya da etkisinde olan bir ülke. Her üç sistemin ortaya çıkardığı negatif veya pozitif akım doğrudan Türkiye’yi etkiliyor. Türkiye, Soğuk Savaş sonrası hala ekonomi-politik normalleşmesini yaşamaya çalışan Kafkasya, krizlerini hitama erdirip ayakları üstüne kalkmaya çalışan Balkanlar, ekonomik krizi derinleşen Avrupa ve son olarak da son yirmi yılına işgaller ve krizlerin damga vurduğu Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın ortasında bulunmaktadır. Türkiye’nin ilişkilerinde iniş çıkışlar ve sorunlar yaşadığı ülkelerde neler olup bittiğine bakmaksızın, salt ‘ilişkinin kendisini veya an itibariyle statüsünü’ konuşup duran liberal yaklaşımın, anlamlı ve ciddi bir analiz yaptığı söylemek gerçekten mümkün değildir. Bu ciddiyetsizliği kamufle etmek için dillendirilen ‘ülkelerin iç ilişkilerine bulaşmadan ilişkimizi sürdürmemiz lazım’ tezi ise sadece apolitik ve anlamsız bir yaklaşım değil aynı zamanda Türkiye’yi Lüksemburg’un komşusu zanneden veya olabileceğini düşünen bir bakış açısını temsil ediyor.
BAŞARILI DIŞ POLİTİKA NEDİR
Türkiye’nin bütün sınırlarından yüzlerce km yol almanıza rağmen hala benzer bir siyasal coğrafyada bulunuyorsanız, ders kitaplarındaki ‘başka ülkelerin işlerine bulaşmama’ işinin zannedildiği kadar kolay hayata geçirilmeyeceğini en azından bilmeniz gerekir. Hele bunu son yirmi yılını dünyada her şeyin küreselleştiği, sermaye ve beraberinde taşıdığı siyasi-kültürel kodların karşısında hiç bir duvarın ve sınırın dayanamadığını anlatanların herkesten daha iyi bilmesi beklenir.
Başarılı dış politika nedir? Bu sualin herkesin üzerinde ittifak ettiği bir cevabı olmadığı muhakkak. Aynı şekilde diğer ülkelerle sadece konuşuyor olmanın da tek başına başarılı bir dış politika anlamına gelmeyeceği de muhakkak.
Son dönemde Suriye’de krizin, Irak’taki gerilimin, İsrail’le ilişkilerin, AB ile müzakere sürecinin tabiatına dair neredeyse hiç bir değerlendirme yapmaksızın tutulan ‘ilişki var-yok’ çetelesi neticesinde ‘başarılı-başarısız’ dış politika analizleri yapılmakta. Özellikle liberal isimlerin başını çektiği bu yeni içeriksiz analizlerin bizlere söylediği pek fazla bir şey yok. Bir kere analizlere konu edilen sorun alanlarına dair neredeyse temel düzeyde bile bir bilgi aktarımı görmüyoruz. Daha kötüsü buna ihtiyaç da hissedilmiyor. Jenerik liberal ezberler üzerinden hükümler hızlı bir şekilde veriliyor ya da Batı’dan kötü tercümeler tekrarlanıyor. Asıl mesele bir dış politika tartışması yapmaktan ziyade Erdoğan merkezli yıpratma kampanyasına odun taşımak olunca, tutarlılık yükünden kurtulmanın verdiği ferahlıkla serbest yazım arz-ı endam etmeye başlıyor. Bunun en dramatik hali ise ömrünü Kemalizmle kavga ettiğini zannedenlerin, ilk sıkışma halinde Kemalizmin ruhuna hiç bir sıkıntı hissetmeden sarılmaları. Mısır’da, usulde ve akaidde ruh ikizi Selefiliğe sarılmakta sıkıntı çekmeyen Liberalizm; Türkiye’de de hiç yüksünmeden kendisini Kemalizme ricat ederken buluveriyor. Eski Türkiye’de medya, ordu, yargı, bürokrasi, istihbarat, çeteler ve dış uzantıları ile mücadele ederken; Erdoğan’ın en yalnız halinden ‘demokrasi kahramanlığı’ çıkaranlar; iş dış politikada benzer bir mücadeleye gelince Kemalist ‘etrafımız düşmanlarla çevrili’ refleksine sarılıyorlar. Seçimleri kazanmadığı halde iktidara oturan ve 2011’den beri katliam üzerine katliam yapan Maliki ile; yüzbinin üzerinde vatandaşını katleden Esed ile; seçilmiş ilk sivil cumhurbaşkanını deviren Mısır rejimi ile; darbeye farklı şekillerde destek veren Suud ve AB ile Türkiye’nin ilişkilerinde gerilim veya iniş-çıkış olmasından daha doğal ne olabilir?
Türkiye’nin kaynayan Doğu Akdeniz, Soğuk Savaş statükosundan çıkamamış Kafkasya, kırılgan Balkanlar, ekonomik krizin siyasal ve sosyal sonuçlar üretmeye gebe olduğu Avrupa ve ‘Asya eksen kayması’ sürecinde olan ABD ile nasıl bir dış politika izlemesi gerektiği sorunsalı, ‘iyi-kötü ilişki kurma’ düzeyinin ötesinde bir dış politika yapımı ve yatırımı gerektirmektedir. Uzun yıllar sonra pro-aktif olmaya çalışan Türk dış politikasının bütün bu başlıklarda sıkıntı yaşamasından daha normal bir durum olamaz. Mesele ‘sorunları paranteze alarak ilişkileri sürdürme’ teknolojisinin artık Türkiye tarafından taşınamamasıdır. Dünyada en fazla yardım yapan üçüncü ülke konumuna gelmiş olan Türkiye’nin, dış politikası güzelim teorileri berbat eden ‘pis gerçekleri’ paranteze alarak ya da ‘uzak durarak’ sürdürülemez. Bugün yaşanan sancılar, tıkanmalar ve yapılan hataların altında yatan en temel unsur ‘aktif bir Türkiye’ olmasıdır. Türkiye, Kemalist emekli dünyasına ait bir dış politika tercihi işaretini verdiği andan itibaren fazlaca emek vermeden hızla ilişkilerini düzeltebilir. Bunun anlamı ise başarı değil. Ama bu durum sadece iddiasız ve anlamsız bir aktöre dönüşmek olsa iyiydi; aynı zamanda bölgesel jeopolitikte ciddi bir pozisyon kaybıdır da.
Aynı şekilde, zannedildiğinin aksine Türkiye’nin sorunlu alanlarda dış politika yapımında pasifizmi tercih etmemesi ülke içerisinde demokratikleşmeyi zayıflatmaz. Aksine dışarıda etkin olabilmek için kendi bahçesini düzenleme ihtiyacı çok daha sert bir şekilde ortaya çıkar ve demokratikleşmeyi hızlandırır. Buna en çarpıcı örnek yaşamakta olduğumuz çözüm sürecidir. Çözüm süreci ülke içerisindeki dinamikler tarafından icbar edildiği kadar yakın coğrafyada etkin olmanın ön şartlarından birisi olduğu için de başlamıştır. Bu durumu idrak edemeyen liberal akıl ‘küçük ama kendisine ait Kemalist’ ülke bilinçaltına hızla savrulur. O kadar hızlı savrulursunuz ki bir anda Kemalist ‘Ortadoğu bataklığı’ söyleminin bayraktarı olursunuz. Bu yargı ile başlayan analizlerin en kaba anlamıyla Ortadoğu’ya dair tahayyülü “biz bulaşmayalım” şeklindeki müthiş strateji ile bitmektedir. Mezkur “bataklık” kodlaması, “girmeyelim” yaklaşımı ile baştan Türkiye’nin “edilgen” bir rol üslenmesini vaaz etmektedir. Batı’yla Kemalizmin nikahı olarak da okunabilecek bu yaklaşım tarzı şimdilerde kendisine liberal müttefikler de bulmuş durumda. Bütün bu analizlerin diğer bir özelliği ise, bölgeye yabancılaşmış Türk entellektüel ve siyasal elitinin bilinçli bir cehalet tercihi ile Arap dünyasına koyduğu ilkel kategorik mesafenin inşa ettiği bilgisizliktir. “Bataklık” söylemi bölgeye dair cehaleti, apolitik bir tarifle kamufule etme girişimidir. Tam da bundan dolayı kendinizi tutamaz, Türkiye’nin yoğun diplomasi ile Suriye’de sürecin kanlı hale gelmemesi için uğraş verdiği yıllarda ‘Tunus’tan Mısır’a ‘devrimci’leri ve ‘devrim’leri destekleyen Türkiye’nin Suriye’de ‘ıslahatçı’ bir role soyunması büyük çelişkiydi’ derken, bugün, “Dünün Kemalist-sekülarist iktidarları bile Ortadoğu’da bu kadar yalnızlaşmamışlardı, çünkü Ortadoğu’nun iç çatışmalarına bu kadar batmamışlardı...” Kemalist savrulmasını yaşar. Yaşanan savrulmanın bir haber kanalının geçen yüzyılın ortalarında dış işlerinden emekli olmuş bir büyükelçi danışmanının -biz Dışişlerine girdiğimizde bize bir şeyi öğrettiler- “Arab’ın işine karışılmaz, çünkü Arap saçı olur” düzeyinden fazlaca bir farkı da kalmaz.
Sizden daha hızlı davranan ve ömrünün büyük bir kısmını Türkiye’de azınlık haklarına harcayan bir başka ideolojik kuzeniniz de kalkar ‘Dış işleri personel rejiminin demokratikleşmesi’ hamlesine akla ziyan gerekçelerle karşı çıkmakla kalmaz; yıllarca Kemalizmin azınlıklara reva gördüğü dili bire bir kullanacak kadar ileri gider. Ömrünü ‘katılımcı demokrasi’ ezberleriyle geçirip, utanmasa ‘Haso’nun, Memo’nun dış işlerinde ne işi var’ demeye kadar işi götürme potansiyelinde bir duygu yoğunluğuyla ‘Dünya’da bir ekol olduğunu’ söylediği Dışişleri Bakanlığını ‘yasaklı kutsal bahçe’ ilan edecek bir tonda personel düzenlemesine karşı çıkar. Yıllarca sol-liberal mahfillerde demokrasi havarisi olarak arzı endam ederken, bugün Silivri ağzıyla ‘ABD’nin Erdoğan’ı gözden çıkardığını’ söylemeyi de ihmal etmeyen neo-Kemalist zihniyeti temsil etmeye başlar. Azınlık haklarını bin bir zahmet ve tehtide rağmen senelerce savunma cesareti ve fedakarlığı göstermiş ama çözüm sürecinde akil adam görevini tamamlamadan su koyuvermiş olan bu isim; yeni personel rejimini bakanlığın ‘Anadolu seçkinleri tarafından fethedilmesi’ olarak kodlar. Maddi bilgi düzeyinde bir çok çarpıtma ile aktif dış politika yapan büyük ülkelerin tamamında var olan esnek personel rejimine oldukça ırkçı, sınıfsal ve Kemalist reflekslerle, yanında koruma dolaştırmak zorunda bırakanların diliyle, açıkça karşı çıkar.
İç politikada AK Parti’nin reformcu çizgisine hem yer yer destek veren hem de kendileri de daha fazlasını talep eden liberal isimlerin, iş dış politikaya gelince yaşadıkları Kemalist savrulmanın işaretlerini muhtemelen önümüzdeki dönem daha açık bir şekilde göreceğiz. Gidecekleri çok orijinal bir yer de bulunmuyor aslında. Çok fanatik olanları işi İslamofobi’ye bile bulaştıracak kadar ileri giderek Türkiye’yi Tel Aviv mahreçli ‘eksen kayması’ karalama kampanyasının yenilenmiş versiyonu olan ‘ideolojik dış politika, İslamcı dayanışma, mezhepçilik’ gibi ezberleri tekrarlayarak eleştirmeye devam edecekler. Daha makul olanları, hem liberalizmin bir siyaset üretememesinin sancısıyla hem de bölgeye dair cahillikleri ve oryantalist bir tedirginlikle samimi olarak ‘Ortadoğu bataklığından uzak durulması’ gerektiğini tekrarlayacaklar. Ama sonuçta, hangi frekans boyunca hareket ederlerse etsinler, verdikleri ilk işaretler ‘Kemalizme ricat’ konusunda hiç bir mahçubiyet yaşamadıklarıdır.
[Star Açık Görüş, 28 Temmuz 2013]