Türkiye-ABD ilişkileri tarihin en zor zamanlarından birisini yaşıyor. 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesinin akabinde yaşanan gerginliği andıran ilişki seyri hem mevcut işbirliği hem de ikili ilişkilerin geleceği açısından kırmızı alarm veriyor. Bir süredir PKK/YPG’ye verdiği askeri destek sebebiyle Türkiye ile krizler yaşayan ABD, 15 Temmuz sonrasında FETÖ elebaşısı Fetullah Gülen’in iadesinde ayak diremesi sebebiyle de Türkiye’de haklı olarak hedefe oturtulmuş durumda. Bir adım geriye gidip mevcut tabloya baktığımızda, ABD’nin Türkiye’ye kasteden iki terör örgütüne (FETÖ ve PKK/YPG) askeri ve/veya siyasi olarak arka çıktığını görüyoruz. Tahammül etmesi zor olan nokta ise aynı anda iki terör örgütüne arka çıkan ABD’nin hala hukuktan bahsetmesi ve bu örgütlerin tabiatına ve karanlık ağlarına ilişkin, kendisinin bile inanmadığı argümanlarla Türk kamuoyunun karşısına çıkmasıdır.
ABD’nin PKK ile ilişkisine dair şimdiye kadar kamuoyunda birçok dedikodu paylaşıldı. Fakat ABD’nin Suriye’de PKK/YPG’yi ana müttefike dönüştürdüğü süreçle birlikte ABD-PKK ilişkisi çuvala sığmayacak bir hal aldı. ABD bugün itibarıyla PKK’nın Suriye’deki koluna askeri mühimmat desteği verdiği gibi; Suriye’nin kuzeyinde bir PKK/YPG devletinin de sponsorluğunu yürütmektedir. En son yaşanan ilginç gelişmelere bakarsak ABD, Suriye’deki en büyük müttefikini korumak için de facto uçuşa yasak bir bölge oluşturmayı bile göze almaktadır. Zira Esed’in Haseke’deki YPG hedeflerini vurmasıyla birlikte havalanan ABD uçakları, rejimin uçaklarıyla it dalaşına girecek kadar PKK/YPG’yi önemsemektedir. ABD, Halep’te katledilen sivillerden esirgenen hava korumasını, PKK/YPG’li militanlara verecek kadar da çelişki içerisindedir. ABD’nin verdiği destek askeri alanla sınırlı kalmamıştır. Son üç senedir PKK/YPG’nin reklamı ABD menşeli olarak devam etmektedir. Teröristleri özgürlük savaşçıları, kadın teröristleri güzellik kraliçesi, PKK otoriterliğini halk demokrasisi, etnik temizliği de DAEŞ’le mücadele olarak pazarlayan temelde yine ABD zekasıdır.
ABD’nin bu noktada, teröre verdiği desteği meşrulaştırma adına kendinin bile inanmadığı argümanlara sarılmaktan başka çaresi yok. Aylardır maruz bırakıldığımız “PKK ve YPG farklı örgütlerdir” manipülasyonu, yine ABD zekasının ürünü olan siyasi operasyondan başka bir şey değil. ABD’nin eski Suriye Özel Temsilcisi Robert Ford’un deyimiyle, “Bir safsatadan ibaret”. İşin ilginç tarafı bu ayrımın doğru olduğuna PKK’lıların ve YPG’lilerin bile inanmaması. Her gün Kandil’in vesayetiyle operasyon yapan ve Kandil ataması komutanlara hesap veren YPG’lileri “Siz PKK’dan ayrı bir örgütsünüz” iddiasına inandırmak güç olsa gerek. Kaldı ki örgütün kendisini organizasyonel açıdan PKK’ya bağlayan tüzüğü de ABD’nin iddialarını safsatadan ibaret kılıyor. Aslında internet sayfalarından silene kadar ABD’li kurumlar da böyle düşünüyordu.
CIA, FETÖ’nün Ne Olduğunu Biliyor
FETÖ cephesinde de benzer bir durum söz konusu. ABD, FETÖ’cü teröristlerin güvenli limanına dönmüş durumda. KPSS sorularını çal, ABD sana kucak açsın. Türk askerine komplo kur, ABD sana yeşil kart versin. Sahte delil üret, ABD evin olsun. Darbe girişiminde bulun, ABD arka çıksın. Terör örgütünün lideri ol, ABD seni gözü gibi korusun. Bu yöndeki ilişki eskiye dayanıyor. Fakat 15 Temmuz sonrası artık varoluşsal bir hal almış durumda. FETÖ aksi ispatlanana kadar bir CIA projesidir. Darbelerle semirtilmiş, Türkiye’nin bir neslini iğfal etmiş ve uzun bir süredir CIA’deki hamileri adına Türkiye’de ve hatta yurt dışında operasyonlar çeken bir örgüttür. Bu minvalde Amerikan siyaseti milyonlarcasını bağış olarak aldığı “himmet” paraları sayesinde, Amerikan devleti de kullanım değeri sebebiyle FETÖ’nün cürümleri karşısında tabiri caizse saf numarası yapıyor.
Tıpkı YPG/PKK ayrımı gibi, FETÖ’nün suç sicilini ve darbeyle ilişkisini belki de Türkiye’den daha iyi bilmesine rağmen, “Bütün bunları emekli bir vaiz mi yapacak?” seviyesizliğinde Türk insanının sabrını zorluyor.
1999 senesinden beri ABD’de güvenlik güçlerinin koruması altındaki bir malikanede yaşayan sahte mesihin kimlerle görüştüğünü, kimlerin ziyaretine geldiğini ve telefon trafiğini Türkiye’den daha iyi bilmelerine rağmen, hala Türkiye’den delil isteme pişkinliği göstermeleri meseleyi yokuşa sürmekten ibaret. Örneğin CIA, Adil Öksüz’ün darbe girişiminden kısa bir süre önce ABD’de olduğunu veya o malikanede barışçıl bir diyalog aktivitesinin yürütülmediğini bilmiyorsa bir an önce kepenkleri kapatmalı. CIA’in FETÖ üzerine çalışan alt düzey bir görevlisi bile FETÖ’deki karar alma mekanizmalarını bilir. STV’deki dizilerin senaryolarıyla, iş adamları ve siyasetçilerin kasetleriyle, hediye “ananaslar”la bile uğraşacak kadar karar alma mekanizmalarındaki tüm detaylara yön veren elebaşının, darbe gibi bir konuya müdahil olmayacağını iddia etmek büyük bir zeka yoksunluğu veya kötü niyet gerektirir.
İşte Türk halkının en fazla üstünde durduğu konu da ABD’nin Türkiye’ye karşı sahip olduğu kötü niyettir. Hem PKK/YPG hem de FETÖ meselesine ışık tutacağından eski ABD Büyükelçisi James Jeffrey’nin verdiği röportaja bakmakta fayda var. Jeffrey nadir bir samimiyetle Türkiye’nin en büyük sorununun ABD’ye “yaltaklanmaması” olduğunu iddia ediyor. ABD’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan ve genel olarak Türklerden bir hoşlanmama durumu olduğundan bahsedip, bunun en büyük sebebinin “Erdoğan’ın Batı’nın çelişkilerini yüzlerine vurması” olduğunu itiraf ediyor.
Bu itirafı şöyle anlamalıyız: ABD, “PKK ve YPG farklı örgütlerdir” diyorsa, Türkiye fazla üstelemeden bu saçmalığı kabul etmelidir. “FETÖ darbe yapmaz” diyorsa, “Senden iyi mi bileceğim?” diyerek Batı’ya yaltaklanmalıdır. Mesela, “YPG’li teröristlere hava koruması sağlıyorsun da neden Halepli sivillere sağlamıyorsun?” sorusunu sormamalıdır. “Demokrasi vaazları veriyorsun da darbe girişimine karşı Türkiye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetine neden destek vermiyorsun?” şeklindeki çelişkiyi ABD’nin yüzüne vurmamalıdır. “Teröre karşı ortak mücadele için İncirlik’i kullanımınıza açmışken, sen neden FETÖ elebaşısına ülkeni açıyorsun?” sorusu akıldan bile geçirilmemelidir. Çünkü bu sorular Jeffrey’nin deyimiyle ABD gibi bir süper gücün “normalde yapabileceği şeyleri yapmak istememesine” sebep oluyor. Yani mesele hukuk ve adalet değil. Zira öyle olsa ABD normalde yapması gereken şeyleri neden yapmasın ki? Bu ifade bile yaşadığımız sürecin hukuki değil siyasi bir süreç olduğunu gösteriyor.
ABD bilinçli olarak Türkiye’yle gerilimi tırmandırırken ve mevcut ilişkilerini PKK/YPG ve FETÖ parantezine koyarken, kendisini nasıl bir çıkmazın içerisine soktuğunu çok da umursamıyor. Terör can yakıyor ama hiçbir zaman kazanamıyor. Türkiye’de terör dinamiği üzerinden hesaplama yapanların dikkate alması gereken 79 milyon tane daha dinamik var.
[Kriter, 1 Eylül 2016].