2 Ekim'den bugüne Kaşıkçı olayı dünya gündeminin bir numaralı konusu. Elbette gittikçe netleşen iddialar inanılmaz bir katliama işaret ediyor. Mesele, meşhur bir gazetecinin Riyad'dan gönderilen geniş bir istihbarat ekibi tarafından planlanarak öldürüldüğü iddiası. Ortaya çıkan deliller söz konusu ilgiyi gerektiren insani bir boyut taşıyor. Ancak mesele bununla sınırlı değil. Kaşıkçı skandalı aynı zamanda uluslararası sistemin nereye gittiğini sorgulatan bir mahiyet içeriyor. Bütün başkentler bu olayın nereye varacağını dikkatle izliyor. Sonuçtan her başkent farklı dersler çıkaracak.
***ABD'nin küresel rolünü yeniden tanımlaması ve buna bağlı olarak dünyadaki güç dengesinde yaşanan değişimler hiçbir ülkeye devlet terörü yapma imkânı tanımamalı. Neticede Kaşıkçı skandalı Arap dünyası açısından Wikileaks etkisi ile karşılaştırılabilecek bir sembolik anlama sahip. Bu olayın muhataplarının bahsettiğim
anlamın farkında olması gerektiği açık. İşte tam bu sebeple Washington, çok istese de, her geçen gün bu olayın üstünün örtülemeyeceğini görmekte. Ve Başkan Trump, Dışişleri Bakanı Pompeo'yu Riyad'ı uyarmak için gönderdi. 72 saat içinde soruşturma açılmasını istedi. Trump, Suudi Arabistan için ağır sonuçlardan bahsetmeye başladı.
Gelinen noktada Türkiye'nin tavrının değerlendirilmesi yerinde olacak. Zira başından itibaren Ankara'nın gösterdiği istikrarlı, kararlı, sorumlu ve sağduyulu tavrı farklı değerlendiren polemiklere rastlanabiliyor. Kaşıkçı'ya reva görülen muamelenin neden Washington'da olduğu zamanda değil de İstanbul'da yapıldığını şimdilik bir kenara kaydedelim. Türkiye'nin tavrına odaklanalım.
***Olayın ilk işaretleri ortaya çıktığı andan itibaren Ankara'nın önünde dört seçenek bulunuyordu.
Birinci seçenek, meselenin bir faili meçhul cinayet olarak Türkiye'ye yıkılmasıydı. Kaşıkçı'yı kaçırmak ya da ortadan kaldırmak isteyen Suudi istihbarat aklının hedefi bu olabilirdi. Ülkemizin egemenliğini ihlal eden böylesi bir operasyon Türkiye'yi güvensiz, insanların kaybolduğu bir yer olarak resmedecekti. Ankara uluslararası kamuoyu tarafından güvenlik ve insan hakları bağlamında eleştirilecekti. Ancak Türk istihbaratının teknik başarısı sayesinde Kaşıkçı skandalının ülkemizin üzerine yıkılması seçeneği devre dışı kaldı.
İkinci seçenek, olayın delillerinin en üst seviyede S. Arabistan aleyhinde bir kampanyaya çevrilmesiydi. İstanbul'da yapılan böylesine kapsamlı bir operasyonu Türkiye'ye bir saldırı olarak resmetmek mümkündü. İki ülke arasındaki bölgesel rekabeti de düşünerek Riyad'ı köşeye sıkıştıracak bir strateji yürütülebilirdi. Ankara bu seçeneği hem ilkeleri hem de ikili ilişkilere vereceği zarar açısından tercih edemezdi.
Üçüncü seçenek, Ankara ile Riyad'ın anlaşarak meselenin üstünü örtmesiydi. Veliaht Bin Selman'ın hırslı siyasi projelerini destekleyen Beyaz Saray'ın da buna sıcak bakabileceği öngörülebilirdi. Bu seçeneğin Türkiye'nin insani değerlere dayalı dış politikasına ne denli aykırı olduğu tartışılmaz bile. 3.5 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan, insani yardımlarda ilk sırada olan ve BM sisteminin adaletsizliğine dikkat çeken bir ülkenin bunu kabullenmesi mümkün değil. Her türlü afet ve katliamda insanlığın vicdanını temsil eden Türkiye'nin bu yükün altına girmesi imkânsızdı. Ne dünya başkentlerinde ne de Arap sokaklarında anlatılamayacak bir suç görmezden gelinemezdi. Nitekim Ankara bu seçeneği de baştan eledi.
Dördüncü seçenek ise Riyad ile birlikte bu olayın uluslararası düzeyde bir soruşturma ile aydınlatılmasıydı. Skandalın üstünü örtmeden ama bir kampanyaya da çevirmeden sorumluların adalet önüne çıkarılmasına katkı vermekti. İşte Ankara'nın yaptığı tam da bu. Ankara'nın Suudi hanedanı içindeki güç mücadeleleri ile ilgilenmek gibi bir konumu olamaz. Kaşıkçı skandalının sonuçları Suud halkının, Kral Selman ve hanedanın kendi değerlendirmeleriyle şekillenecektir. Türkiye, sorumlu bir aktör olarak, hem bu skandalı aydınlatacak hem de S. Arabistan ile ilişkilerini orta-uzun vadede koruyacak bir yol takip etmekte.
[Sabah, 20 Ekim 2018].