5 Mart mutabakatı ile İdlib'deki askeri çatışma durduruldu. Ankara ve Moskova arasındaki ciddi gerilim Başkan Erdoğan ve Putin'in uzlaşması ile aşılabildi. 2018 Soçi Anlaşması yeni bir formla güncellendi. Çatışmanın bitmesi elbette memnuniyet verici. Ancak İdlip'deki ateşkesin sürdürülebilirliği konusu hâlâ zihinlerde. Savunma bakanlarının yapacağı müzakereler güvenlik koridoru ve HTŞ gibi örgütlerin dönüştürülmesi alanlarında somut bir zemin oluşturmalı. Esad, fırsatını bulduğunda ateşkesi ihlal edecektir. Ankara hem Moskova ile kurulacak mekanizma üzerinden hem de sahadaki askeri varlığı ile Esad güçlerini etkin şekilde caydırmaya devam etmeli. Aksi takdirde bir sonraki çatışma korkarım daha kanlı olacak.
Krizin ikinci boyutu hâlâ sorun
Esad, 1 milyon civarında sivili bombardımanla Türkiye sınırına yığınca Ankara aynı anda iki karar aldı. Bir, çatışmadan kaçmayarak Esad güçlerini sahada vurdu. Rejim, 3 bini aşkın milisini, hava savunma sistemlerinin bir kısmını, zırhlı araçlarını ve 3 uçağını kaybetti. İki, sığınmacı yükünü artık taşıyamadığını söyleyerek çıkışları engellemeyeceğini açıkladı. Bu da on binleri Yunanistan ve Bulgaristan sınırına taşıdı. Ankara'nın rakamlarına göre 143 bin, Atina'nın verilerine göre 37 bin mülteci sınırı geçti. Türkiye'nin ikinci kararı AB'ye hiç de yeni olmayan bir mesaj iletti: "2016 anlaşmasına uymuyorsun, mülteci yükünün külfetini paylaşmıyorsun, benim artık gücüm kalmadı." Bu mesajı dün AB liderleriyle görüşmek için Brüksel'e giden Erdoğan daha önce defalarca söylemişti. Peki AB'nin tepkisi ne oldu?
Değerler değil, çıkarlar konuşuyor
Yunanistan, uluslararası hukuku ihlal ederek mültecileri zorla geri gönderiyor. Sınırı geçenlere şiddet uyguluyor. AB temsilcileri de Yunanistan'a gelip sınırdaki Yunan polisinin şiddetini "koruma" diyerek onaylıyor. Atina'nın mültecilere şiddet uygulamasını ve AB'nin buna açık desteğini Türkiye'de "Avrupa değerlerinin iflası" olarak değerlendirenler oldu. 1990'ların başında Bosna soykırımı karşısında sessiz kalan Avrupa'nın "değerlerinin" nasıl "çöktüğüne" tanıklık etmiş birisi olarak bu durum benim için yeni değil. Ancak Avrupa başkentlerinin Suriye politikasının ve en son İdlib'deki tavırlarının dünyaya gösterdiği şeyin, "medeniyet" ile "insani değerlerle" bir alakası yok. Şunu görelim, AB, tamamen menfaatine ve reel politikaya endeksli durumda. Hatta bunu gerçekleştirebilmek için de gerekli ortak karar alma ve liderlik mekanizmalarını işletemiyor. Bu yüzden "değerler" bağlamında AB'yi eleştirmenin naif bir nostalji olduğunu düşünüyorum. AB, çıkarları zorlanmadıkça harekete geçmiyor.
AB, ev ödevini yapmıyor
Aynı yaklaşımla, Erdoğan'ın sürekli külfet paylaşımını hatırlatmasına Avrupa medyasının verdiği cevap anlamsız. Neymiş Türkiye, mültecileri "şantaj, baskı veya araç" olarak kullanıyormuş. AB, ev ödevini yapmadığı hatırlatılınca karşı propagandaya başlıyor. Bu tavrın reel çıkarlarımıza hiçbir faydası da yok. Kaldı ki, isterseniz "1 milyon mülteciyi alın, size 1 milyar euro biz verelim." Gerçek ortada, 2011'den itibaren Avrupa, Suriye iç savaşının kendi sınırlarında olduğunu ihmal etti. Halbuki, Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu arasında bir tampon bölge değil. NATO ittifakının üyesi ve AB müzakere sürecindeki bir ülke... AB başkentleri Suriye'yi "DEAŞ ile mücadele" ve en fazla 2015'teki "1 milyon mülteci" gözlüğünden değerlendirdi. Sınırlarına dayanan bu tehdit popülizmi yükseltirken, mültecilerle ilgili Türkiye'den fedakârlık bekledi. Çok sınırlı bir iş birliği yaptı. Verdiği sözleri (vize serbestliği, Gümrük Birliği güncellemesi, yeni fasılların açılması ve yeterli finans desteği) de tutmadı. Bu arada sürekli Türkiye'yi AB'den daha fazla para istemekle suçladı. AB'nin şunu fark etmesi lazım: Suriye iç savaşının olumsuz sonuçları sadece Türkiye'nin derdi değil. Türkiye mülteciler konusunda bu kadar iyi bir performans göstermese AB demokrasileri ayakta kalamaz. Eleştirdikleri Erdoğan'ın liderliği olmasa Türkiye bu kadar yükü kaldıramaz. AB ev ödevini yapsın; Suriye'de çözümün parçası olsun.
[Sabah, 10 Mart 2020].