Zeytin Dalı Harekatı 58. gününde Afrin şehir merkezinin Türk Silahlı Kuvvetleri ve Özgür Suriye Ordusu’nun kontrolüne geçmesiyle birlikte son aşamasına girdi. Harekatın ilk üç aşaması planlandığı gibi giderken, harekatın son aşaması olan Afrin şehir merkezinin ele geçirilmesi beklentilerin aksine çok hızlı bir şekilde gerçekleşti.
Harekat sırasında yapılan değerlendirmeler, Afrin’de meskun mahal muharebesinin hem daha uzun süreceği hem de ilk üç aşamasına nazaran daha şiddetli geçeceği yönündeydi. Öyle ki siyasi kanattan yapılan açıklamalar, şehir merkezine ilişkin operasyonun tamamlanması konusunda mayıs ayına işaret etmekteydi. Ancak Afrin şehir merkezinin kuşatmaya alınmasının hemen ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir-iki günlük bir süre içinde Afrin’in tamamen ele geçirileceği yönünde bir değerlendirmede bulunmuştu. Nitekim bu değerlendirme doğru çıktı ve şehir merkezi çok kısa bir sürede dikkate değer bir çatışma olmadan ele geçirildi.
Bu durum neresinden bakılırsa bakılsın, Türkiye ve TSK adına muazzam bir başarı olarak tarihe geçti. Elbette bu başarı Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan PKK tehdidinin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Şimdilik, PKK-YPG tehdidi, örgütün alan hakimiyetinin Fırat’ın batısında minimize edilmesiyle ortadan kalkmış oldu. Örgüt aynı zamanda, geçtiğimiz 58 günde kuruluşundan bu yana en büyük militan kaybını bu kadar kısa bir sürede yaşamak zorunda kaldı ve sahip olduğu silah kapasitesinin önemli bir kısmını kaybetti. Daha da önemlisi Türkiye’nin zaferi, örgütün bölgesel jeopolitik mücadelede kendisine biçtiği ve ona biçilen rolün yapısal olmadığını, aksine son derece konjonktürel ve pragmatik olduğunu bir kez daha görmesine neden oldu. Kaybedilen moral-motivasyon ise PKK-YPG’nin bundan sonraki hesaplarını alt-üst etti.
PKK neden kaybetti?
PKK-YPG’nin kaybetmesinin ve geri çekilmek zorunda kalmasının arkasında birçok sebebin varlığından bahsedilebilir. İlk ve en önemlisi, örgütün DEAŞ ile kazandığı sözde “uluslararası meşruiyetinin” nizami bir orduya sahip olan bir devlet karşısında kendisine avantaj sağlayacağına yönelik aşırıcı inancıydı. Bütün stratejisini, Türkiye’nin uluslararası alanda Afrin operasyonu sırasına “yalnızlaşacağı” varsayımı üzerine inşa etti. Ancak, Türkiye’nin yalnızlaşması beklentisinin aksine kendisi uluslararası alanda hızla yalnızlığa sürüklendi. Türkiye’nin harekatı derinleştikçe ve örgütün savunma hattı hızla çöktükçe, Türkiye’yi insan hakları üzerinden vurmaya çalıştı ancak hiçbir gerçekçi kanıt sunamadı ve uluslararası kamuoyunu ikna edemedi. Harekata karşı yürüttüğü karşı propaganda son derece ilkel yöntemleri kullanıyordu. Propagandayı “yalan" ile karıştırdı, hatta zaman zaman kendisinin neden olduğu sivil kayıplarını kanıt olarak kullanmaya kalktı. Dolayısıyla arzu ettiği moral üstünlüğü bir türlü dolaşıma sokamadı.
İkincisi ise, Türkiye’nin askeri kararlılığını hafife alması ve Türkiye’nin Suriye krizi ekseninde elde ettiği jeopolitik üstünlüğü görmezden gelmesiydi. Kendisini, Türkiye-ABD-Rusya üçgeninin merkezinde vazgeçilmez bir oyuncu olarak konumlandırdı. Bu varsayım yanlış bir şekilde, Türkiye’nin elinin zayıf olduğu üzerine inşa edilmişti. PKK’ya göre, Rusya ve ABD Türkiye’ye Afrin bağlamında “sınırlı bir rol” çizmişti ve örgütün Afrin’de kaybetmesine her iki aktör de günün sonunda izin vermeyecekti. Rusya’nın harekat başlamadan önce sunduğu “Afrin’i Suriye rejimine devretme’ teklifine bu yüzden karşı çıktı. Ancak daha sonra, kendisi bu teklifi hayata geçirmek için çabaladı; bu eksende İran’ı ve rejimi bir fırsat olarak gördü fakat ne İran’ın ne de rejimin Türkiye’yi durdurma kapasitesinin sınırlarını görebildi. Rejim ve İran destekli Şii milislerin askeri hamlesini coşkuyla karşıladı ancak Türkiye’nin caydırıcı hamlesi bu beklentiyi saatler içinde tersine çevirdi. Halbuki ABD’nin en “güvenilir müttefiki” olarak kendisini konumlandırdığı bir dönemde, İran ve rejimle işbirliği yaparak ABD’deki güvenlik bürokrasisinin güvenini kaybetti. En güçlü olduğunu düşündüğü zamanda İran ve rejimle taktiksel bir işbirliği yaparak ABD ile kurduğu stratejik angajmanın altını oydu. Öyle ki Washington’un itirazını ve biraz da görmezden gelmesini abartarak, ABD’nin kendisine verdiği silah ve mühimmatları Afrine taşıdı. Böylece ABD tarafını kullanmaya devam edebileceğini düşündü.
Üçüncüsü ise DEAŞ ile savaşın tempo olarak en düşük seviyede olduğu bir dönemde, bütün sermayesini bu rolünü oynamaya yatırdı. Rakka’nın düşmesinden sonra kendisine olan ihtiyacın hala askeri olduğunu varsayarak, vazgeçilmez bir ortak olduğunu düşünerek bu rolünü abartmayı ve devrimcilik oyununu oynamayı tercih etti.
Dördüncü ve en önemlisi, askeri kapasitesini abartmayı ve DEAŞ ile mücadelede kazandığı tecrübeyi Afrin’de Türkiye’ye karşı aynı şekilde tevarüs edeceğini düşündü. Daha da önemlisi, Rakka’yı, Ayn el-Arab’ı ve Münbiç’i tek bir askeri stratejinin parçası olarak okuyarak aynı durumun Afrin’de de geçerli olacağını varsaydı. Düzenli bir orduya karşı düzensiz bir savunma tahkimatı yapmak yerine hendek, tünel ve tahkimatı güçlü mevzilerle dayanabileceğini düşünerek hareket etti. Hibrid savaşın doğasını görmezden gelerek geleneksel bir savunma yöntemini uygulamayı tercih etti.
Öte yandan, TSK ve ÖSO’nün sekiz farklı yerden giriş yapması nedeniyle Türkiye’nin harekatının “sıklet merkezini” ne ilk aşamada ne de sonrasında doğru bir şekilde tahmin edebildi. Tek kullandığı yöntem, anti tank füzeleriyle TSK ve ÖSÖ unsurlarının ilerleyişini durdurmaktı ancak Türkiye’nin kara ve havadaki ateş üstünlüğü karşısında anti tank füzelerini kullanması oldukça sınırlı sayıda kaldı. Geceleri ise anti tank füzelerini hiç kullanamadı. Afrin’de zorunlu veya gönüllü olarak silah altına aldığı elamanlara sadece sayı olarak bakmayı tercih etmesi de en önemli askeri zaafı olarak belirdi. Öncelikli olarak, gücünün önemli bir kısmı savaş tecrübesi çok az olan gençlere dayandırmıştı. Öldürülen PKK-YPG militanların yüzde 70’inine yakını gençlerden oluştuğu örgütün kendi paylaştığı bilgilerden rahatlıklar görülüyordu. İkinci olarak, Afrin şehir merkezi olmak üzere diğer ele geçirilen bölgelerde sahip olduğu silah ve mühimmat envanterini etkin bir şekilde kullanamadığı gibi hassas olan teçhizatı kullanma konusunda askeri olarak yetersizdi. Diğer taraftan, zorla silah altına aldığı bir kısım militanın ideolojik motivasyonu zayıf denecek kadar azdı. Bu durum özellikle militanların çatışmalarda ya teslim olmasına ya da silah bırakarak sivillerin arasına karışmasına neden oldu.
Son olarak savunmayı sivil halk üzerine kurgulaması yaptığı en kritik hataydı. Afrin halkını son derece homojen okudu ve bütün sivillerin kendi yanında savunmaya katılacağını varsaydı. Afrin halkı, PKK-YPG’ye olan destek konusunda demografik olarak homojen olmadığı gibi, siviller PKK’yı nihai güç olarak görmüyordu. Öte yandan sivillerin kalkan olarak kullanılmaya çalışılması, şehri terk etmek istemeleri karşısında PKK-YPG tarafından engellenmeleri ve sivillerin yaşam alanlarını tuzaklamaları desteğin hızla azalmasına sebep oldu. Türkiye’nin siviller konusundaki hassasiyetini bir temenniden ibaret olmadığını bunun operasyonun karakterine yansıtılması ve sansasyonel sivil kayıplarının olmayışı de bu durumu hızlıca pekiştirdi.
Türkiye neden kazandı?
Türkiye ise birçok faktörün bir araya gelmesinin sonucunda kazandı. Bunları bir kaç başlık altında toplamak mümkün:
İlki, Suriye sahasında Fırat Kalkanı Harekatı ve sonrasında kazandığı siyasi ve askeri üstünlüğün Suriye’nin kuzeyindeki denklemi Türkiye lehine değiştirmiş olmasıydı. Bu durum Türkiye’ye, PKK tehdidinin minimize edilmesi konusunda stratejik bir kararlılık sağladı ve ABD faktörünü Afrin denklemi bağlamında etkisizleştirdi. Öte yandan Rusya ile Astana zirveleri üzerinden varılan uzlaşma ile Türkiye kendisini yeniden Suriye krizinde bir oyunca haline getirmişti. Bu konuda, İdllib’deki çatışmasızlık bölgesinin oluşturulmasının sorumluluğunun Türkiye’de olması Ankara’nın bu rolünü iyice pekiştirdi. Öte yandan Rusya, Türkiye-ABD arasındaki siyasi ayrışmanın derinleşmesini bir fırsat olarak görerek Afrin harekatının bunu daha da ileriye götüreceğini varsaydı. Türkiye ise bu denklem karşısında, Fırat Kalkanı ile değişikliğe gittiği terörle mücadele politikası bağlamında siyasi söylemini hem sertleştirerek hem de hiçbir pazarlığa açık olmayacağını yüksek sesle dile getirerek pozisyon aldı.
İkinci asal dinamik ise Türkiye’nin askeri gücünü yedekte tutmaktan vazgeçmesi ve bunu etkin bir şekilde kullanmayı başarmasıydı. Harekatın temposu, hızla ilerleyerek alan kontrolü sağlamak yerine, PKK’nın harekatın sıklet merkezini bulmakta zorlanacağı şekilde; çok fazla cepheden stratejik noktaların minimum TSK-ÖSO zayiatı maksimum PKK kaybı ile ele geçirilmesine göre belirlendi. Bu tempo, ateş üstünlüğü ile desteklenince PKK’nın açılan her cephedeki savunma hatları eşzamanlı olarak hızlıca kırılmış oldu. Sonrasında, ateş üstünlüğünün sağladığı avantajla açılan cephelerin birleşmesi daha da kolaylaştı. Bir diğer husus ise harekatın hem TSK içindeki hem de TSK-ÖSO ayağındaki koordinasyonun sorunsuz işlemesiydi. İkmal hattının derinleşmesi operasyonun temposunun sürekliliğini sağladığı gibi bütün kara unsurlarının etkin bir şekilde kullanılabilmesine imkan sağladı.
Harekatın askeri teknoloji ayağının ise yerli unsurlara bağlı olması operasyonun etkinliğinin artmasını sağladı. Burada özellikli, Silahlandırılmış İnsansız Hava Araçlarının (SİHA) etkinliği üç açıdan çok önemli hale geldi. Birincisi, SİHA gözetleme ve keşif faaliyetleri ile TSK’ya taktiksel ve operasyonel istihbaratın sağlanması konusunda hayati bir rol oynadı. Bu durum doğrudan sahada hedeflerin imha edilmesini daha da kolaylaştırdı. İkincisi olarak, SİHA’lar hedeflerin doğrudan etkisiz hale getirilmesinde ve teröristlerin mobilize olmasının engellenmesi konusunda hayati bir rol oynadı. Üçüncüsü ise SİHA’ların PKK-YPG’nin propaganda faaliyetlerinin etkisiz hale getirilmesinde adeta Türkiye’nin “ifşa eden” gözü haline gelmesiydi. Bununla birlikte, Türk Hava Kuvvetleri’nin 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında “pilot yetmezliği” konusundaki eleştirilerin tam tersine, harekatın ilk gününden başlayarak hem kapsam hem tempo ve hem de hedeflerin etkisiz hale getirilmesi konusunda çok başarılı bir sınav vermesi, Türkiye’nin kazanmasının arkasından en önemli nedenlerin başında geldi.
Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, Türkiye’nin askeri ve siyasi kararlılığının dışsal faktörleri minimize edilmesi konusunda zamanlamayı çok dikkatli bir şekilde ayarlamış olmasıydı. ABD’nin eleştirisine aldırmadığı gibi, İran ve rejim eksenli girişimlerin operasyonun yavaşlatmasına da izin vermedi. Hatta bu tür girişimler, harekatın daha da hızlanmasına neden oldu. Öte yandan, Türkiye diplomasiyi aktif bir biçimde kullanarak, belirsizliği büyük ölçüde karşı tarafın üzerine yıktı ve kendi pozisyonundan hiç taviz vermedi. Bütün bu faktörlerin arkasında, Türkiye’nin sadece PKK karşısında değil aynı zamanda diğer aktörler karşısında da kazanmasını sağladı.
Afrin’in ötesine geçmek
Türkiye 58 günün sonunda PKK’nın şehir merkezini terk etmesini sağlayarak zaferini ilan etti. Bundan sonra iki konuda dikkatli olmak gerekir. Birincisi, PKK-YPG’nin Afrin’de terör stratejisini devreye sokarak Türkiye’yi yıpratmak için çaba sarf edecek olması. Bu bağlamda bu konuya ilişkin tarihsel örneklerin çok iyi incelenmesi gerekir. İkinci konu ise Türkiye’nin elde ettiği askeri ve siyasi üstünlüğün PKK’nın varlığına yönelik sürdürülmesi. Terörle mücadelede “temizleme, elde tutma ve inşa etme” kademeli bir şekilde Türkiye’nin kazanması için yeterli olabilir. Ancak bu kazanımı bölgesel jeopolitiğe teşmil etmek için askeri kararlılığın sürdürülmesi bir zorunluluktur. PKK Türkiye için askeri bir tehdittir. Bu tehdit PKK’nın ancak topraksızlaştırılması ile elimine edilebilir. Suriye stratejisini Irak stratejisine bağlayan ve PKK’yı Irak’ta da yalnızlaştırıp elimine edebilen bir Türkiye kazanmaya devam edecektir.
[AA, 20 Mart 2018]