Andrew Brunson neredeyse iki yıl önce Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile bağlantıları ve 15 Temmuz 2016 darbe girişiminde rolü olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştı. Brunson’ın durumu 4 ay önce 18 Nisan’da Amerikan Başkanı Trump’ın Twitter paylaşımıyla gündeme geldi ve Trump ekibinin devam eden Twitter paylaşımları ve yaptırımlarla iki ülke arasında siyasi bir krize döndü. Özellikle Başkan Trump ve yardımcısı Mike Pence’in Brunson üzerinden Türkiye’yi tehdit ettikleri Twitter paylaşımları ve hemen akabinde duyurulan yaptırımlar Türk ekonomisini kur üzerinden oldukça yıprattı.
Sebep Brunson mı?
Neredeyse iki yıldır tutuklu olan Brunson’ın durumu neden dört ay önce gündemimize girdi ve akabinde ABD’nin provoke edici açıklamaları, tehditleri ve yaptırımlarıyla gündeme oturdu? Krizin zamanlamasına dair bu sorunun cevabı Amerikan iç siyaseti ile ilgili. Başkan yardımcısı Pence ile Brunson’ın her ikisinin Hristiyanlığın Evanjelist yorumuna bağlı kiliselerin üyesi olmaları, dahası Amerikan nüfusunun dörtte biri ve seçmeninin üçte birinin Amerika’daki Evanjelist kiliselere bağlı olması Brunson’ı Trump için iç siyasette kullanılabilecek iyi bir pazarlama stratejisinin unsuru kıldı. Brunson vakasının bir krize dönmesinin tutukluluğun üzerinden aylar geçmesinden sonra gerçekleşmesi ise konunun Amerikan kamuoyunda ancak yer bulabilmesi ve yaklaşan seçimlerle ilgili. Muhafazakar Amerikan sağı derneklerinden biri olan American Center for Law & Justice (Amerikan Hukuk ve Adalet Merkezi) tarafından başlatılan bir imza kampanyası bu konunun şimdi büyümesinin temel nedenlerinden biri. Söz konusu derneğin Brunson’ın serbest bırakılması ve ABD’ye dönebilmesi için dört ay önce başlattığı imza kampanyası, bu yazı yazılırken 594 bin imzacıya ulaşmış durumda.
Son başkanlık seçimlerinde seçmenlerin yüzde 54’ünün sandığa gittiği düşünüldüğünde neredeyse 600 bin imza toplayabilen bir kampanyanın Trump tarafından dış politika dengelerini yerle bir edecek şekilde kullanılması kimseyi şaşırtmamalı. Kaldı ki 6 Kasım’da gerçekleşecek olan Kongre ara seçimlerine kadar bu konunun üzerine daha fazla gidileceği, krizin ABD’yi de içine soktuğu sıkıntılara rağmen ihtimal dahilinde. Ancak sorunun bizi ilgilendiren kısmı doğal olarak dış politika sonuçları. Brunson krizinde uluslararası politika bakımından göze çarpan unsurlar dört başlıkta sıralanabilir:
Krizi ABD başlattı
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin 2015’ten beri iniş trendinde olduğu sır değil. Türkiye’nin ABD desteğine en çok ihtiyaç duyduğu bir anda, Rusya ile savaşın eşiğine geldiği, Suriye kaynaklı Esed rejimi, DEAŞ ve PYD’nin üçü tarafından tehdit algıladığı bir dönemde ABD Türkiye’yi yalnız bırakmıştı. Daha Obama döneminde Türkiye’yi Suriye konusunda yalnız bırakan ABD, ardından PKK’nın Suriye’deki yapılanması olan PYD ile ilişki geliştirmişti. DEAŞ’a karşı sahada kullanmak üzere PYD ile askeri bir ilişki kuran ABD, bu askeri ilişkiyi bir yandan siyasi alana doğru derinleştirirken bir yandan da Münbiç ile Fırat’ın doğusundaki Suriye topraklarına yaymış oldu. Bu yetmezmiş gibi 15 Temmuz 2016 darbesi sonrasında darbenin ardındaki isim Fethullah Gülen’i iade etmeyen ABD, örgütün faaliyetlerini ABD üzerinden sürdürmesine izin vermektedir. En önemli iki güvenlik tehdidi olan PKK ve FETÖ’nün ABD tarafından desteklenmesi üzerine Türkiye yeni arayışlara girdi ve Rusya ile kopma noktasına gelen ilişkileri hiç olmadığı kadar kuvvetlendirdi. Halk Bankası davası ile Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışan ABD, zaten mevcut olan gerilimi bir krize çevirmek için ise 2016’dan beri tutuklu bulunan Brunson’ı seçti. ABD merkezli ve ABD perspektifinden yazan çizen Türkiye uzmanları ne derse desin iki ülke arasında yaşanan bu kriz ABD’nin Brunson’ı bahane ederek tek taraflı olarak çıkardığı bir krizdir. Türkiye son yıllarda maruz kaldığı tüm haksızlıklara rağmen bugüne kadar sorumlu davranmış, kriz çıkarabilecek söylem ve eylemlerden kaçınmış, PKK ve FETÖ konularındaki haklı taleplerini diplomatik teamüllere uygun olarak ve arada hala bir müttefiklik ilişkisi varmış gibi yumuşak bir tonda sunmaya devam etmiştir. Sonuç olarak bu krizin müsebbibi Türkiye değil, ABD, bir diğer deyişle Trump’tır.
Sıkıştırma stratejisi
Brunson bahanesi ile ortaya çıkan bu durum basit bir gerginlik değil, bir siyasi krizdir. ABD, başkan ve başkan yardımcısı düzeyinden Türkiye’ye karşı tehditler savurmuş, yaptırım kararları almıştır. Dahası krizin olabildiğince can yakması için gereken hamleler ABD yönetimi tarafından bu amaca uygun zamanlarda atılmıştır. Türkiye, TL’nin dolar karşısındaki hızlı değer kaybını durdurmak için adeta seferber olmuşken, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Ekonomi Bakanı Albayrak bu konuda açıklamalar yapıp piyasalara güven telkin etmeye çalıştıkları dakikalarda ABD Başkanı Trump Twitter üzerinden bir tehdit daha savurup yeni yaptırım kararını duyurmuştu: “Türk lirası, çok güçlü dolarımız karşısında hızla değer kaybederken, Türkiye’den çelik ve alüminyum ithalatında gümrük vergilerinin iki katına çıkarılmasına onay verdim! Alüminyumda oran yüzde 20, çelikte de yüzde 50. Türkiye ile ilişkilerimiz bu dönemde iyi değil!”
Hatırlayalım, Trump’ın bu Twitter paylaşımı Türkiye’nin Trump’ın bir önceki tehdidi ve yaptırımları karşısında panikleyen piyasaları rahatlatmak amaçlı adımlar attığı anda, yangını söndürmeye çalıştığı anlarda ateşe benzin dökmeğe eşdeğerdi.
Türkiye dayatmaya boyun eğmedi
Dünya’nın süper gücü Amerika’nın bu dayatmasına karşı Türkiye geri adım atmamış ve ödün vermemiştir. Bu durum, Türkiye’nin krizi tırmandırdığı şeklinde okunmamalıdır. Aksine Türkiye konuyu çözmek üzere ABD’ye bir heyet göndermiş ancak ABD dayatmalarına devam edince mütekabiliyet ilkesi mukabilinde ölçülü tepkiler vermiştir. Bu amaçla Amerikan ürünlerine boykot çağrıları yapılmış, akabinde bir dizi Amerikan ürününe ek vergi getirmek suretiyle yaptırım uygulanmıştır. Daha ilk tehditten sonra Brunson serbest bırakılıp ABD’ye teslim edilseydi kurdaki değer kaybı hiç yaşanmayabilir, belki Türkiye ciddi bir ekonomik maliyet ile karşı karşıya kalmayabilirdi, ancak bu durum Türkiye’nin aradaki ilişkiyi asimetrik bir ilişki olarak kabul ettiği anlamına gelecekti. TL, Dolar karşısında erirken “Alt tarafı bir adam, değer miydi, serbest bıraksaydık” diyenler olmuştur elbet. Ancak unutulmamalı ki bir kere böyle bir asimetrik ilişki kabul edilip tehditler karşısında geri adım atıldığında nereye kadar gerileceğinizin sınırı kalmayabilir. Benzer yaptırımlar PKK konusunda, Kıbrıs meselesi konusunda, S-400 konusunda, önümüzdeki İran yaptırımları konusunda da karşımıza çıkabilecek ve her seferinde Amerikan çıkarlarını korumak için kendi çıkarlarından geri adım atan ülke Türkiye olacaktı. Türkiye er veya geç bu tehdit ve yaptırımlarla yüzleşecekti ve müttefiki sandığı ABD’den ilk yaptırım darbesini yediği anda dik durarak belki de bundan sonra karşımıza çıkacak daha ağır yaptırımların önünü almış oldu.
Kriz ABD’ye de zarar verdi
Evet, TL’nin Dolar karşısındaki değer kaybı enerjide dışarı bağımlı, cari açığı yüksek olan bir ülke için ciddi maliyet ortaya çıkardı, bu inkar edilemez. Evet, Amerika ölçeğinde bir süper güçle yaşayacağınız krizlerden zarar görmemek mümkün değil. Ancak unutmayalım ki bu kriz ABD’ye de ciddi zarar verdi. Bundan kastım sadece CNN’in borsadaki değer kaybına istinaden ekranlardan duyurduğu “Türkiye ile ticaret savaşı Amerikan piyasasını batırdı” haberi değil. Bu krizin Amerikan piyasalarına doğrudan maliyeti büyük olmayabilir, karşımızda 18,5 trilyon dolarlık bir ekonomi var sonuçta. Krizin ABD’ye asıl maliyeti daha dolaylı ancak daha büyük bir maliyet. ABD’nin sergilediği bu güç gösterisi, bu şov Türkiye’nin Amerikan dayatmasına boyun eğmemesi ile son buldu. Brunson belki bir süre sonra serbest kalır belki ceza alır, ama buna Türk mahkemeleri karar verecek, bunu Amerika da acı bir şekilde öğrenmiş oldu. Tüm dünyayı yaptırımlarla dize getireceğini düşünen ABD, oldukça kapsamlı olarak uygulayacağı İran yaptırımlarından önce, yaptırımların gücünü dünyaya göstermesi gerektiği bir anda bu dış politika enstrümanının inandırıcılığını kaybetti. Ve yine Rusya ile İran’a karşı alınan yaptırım kararlarında çok ihtiyaç duyacağı Türkiye’nin desteğini böylelikle şimdiden kaybetmiş oldu. Dahası Türkiye’yi sıkıştırarak boyun eğdirmeyi uman ABD, bu krizde bilakis kendisi sıkıştı, yalnız kaldı. Katar’dan Avrupa Birliği’ne birçok uluslararası aktör Türkiye’yi destekler açıklamalar yaptı, yatırımların süreceğini dile getirdi. Bu kriz ile sadece ABD-Türkiye ilişkileri yeniden tanımlanmış olmadı, ABD’nin dünya nezdindeki statüsü de yeniden tanımlanmış oldu. Amerika artık hiç olmadığı kadar yalnız.
[Star, 18 Ağustos 2018].