Zaman zaman ortaya çıkıyor. Dış politikanın gözden geçirilmesi ya da toptan revizyonu meselesi. Bugünlerde çok daha fazla dikkat çeker oldu. Fakat bu söylemelerin çoğu muğlak ve aslında nereye oturduğunu çok bilemediğimiz tartışmalardan ibarettir. Bu çerçevede birkaç sorunun artık açık açık cevaplanmasına ihtiyaç var. Öncelikle Türk dış politikasında bir revizyona ihtiyaç var mı sorusunu cevaplamak gerek. Evetse neden? Hayırsa neden? Yok revizyon gerekli değilse, bu durumu sürdürmenin araçları neler olabilir? Ama gerekliyse, bu değişim ne yönde olmalıdır? Bu sorulara kısaca iki cevap verilebilir. Bir, evet artık Türk dış politikasında bir revizyon hem de acilen gereklidir. İki bu revizyon bir önceki dış politika vizyonunun bütünüyle tersi olmalıdır. Yani dış politika artık somut karşılık alma hedefine oturtulmalıdır. Nüfuz alanının sonuç üretebileceği varsayımını gözden geçirmelidir. Diplomatik etki alanı genişletme çabasından vazgeçmelidir. Dış politikadaki dozu yüksek söylemi bir kenara bırakıp sonuç alıcı eylemler üretilmelidir. Rakip, dost ve düşman tanımlamalarını yeni şartlara göre yeniden yapmalıdır. Türkiye'nin yeni dönemde değişen çevre şartlarına uyum sağlayacak biçimde kendini yeniden ayarlaması gerekir.
Yaklaşık son on beş yılın bir dış politika vizyonu vardı. Bu çerçevede günahıyla sevabıyla bir yol izlendi. Farklı dış politika alanlarında adımlar atıldı. Her ülkeyle kurulan ilişki biçimi bu vizyona göre şekillendi. Erken döneminde çok tartışma konusu olan bu yaklaşıma kimileri merkez ülke dedi kimileri bu vizyonu eksen kaymasıyla suçladı. Kimileri yeni-Osmanlıcılık derken, kimisi komşularla sıfır sorun dedi. Kimileri emperyalist yayılmacılık olarak görürken, kimileri fazla yumuşak buldu. Çok eleştirildi, çok övgü aldı.
ESKİ VİZYON NEDEN TIKANDI?
Fakat geldiğimiz noktada Türk dış politikası bir tıkanmışlık yaşıyor. Avrupa Birliği'nden Suriye'ye kadar birçok alanda daha önce elde ettiği düşünülen başarıların birçoğu kayboldu. Ne oldu da başarılı bulunan bir vizyon bu hale geldi? Olan şuydu. Aslında bu vizyon kendisi bir çeşit patinajdı. Çok çalışan, çok işleyen, fakat aslında ilerleme kaydedemeyen bir yaklaşımdı. Çünkü somut kazançları değil, prestiji ön planda tutuyordu. Somut karşılık aldığı alanlar çok kısıtılıydı. Dış politikada diplomatik etki kazanımı denilen şey en büyük tuzaklardan biridir. Nüfuz artırmak demek güç kazanmak, güvenlik sağlamak veya kazanç üretmek değildir. Aslında nüfuz artırımıyla uzun vadede bunların hepsinin elde edilebileceği düşünülebilir fakat uluslararası ilişkiler uzun vadeli hesaplar yapmak için uygun bir alan değildir. Aksine nüfuz artırımı hem dostları hem düşmanları endişelendirir. Ne rakipleri ikna etmeye yeter, ne de düşmanları zorlamaya. Bir aktör üzerindeki nüfuzunuz yeterli miktarda güçle desteklenmedikçe, ne dostunuzu ne de düşmanınızı etkileyebilirsiniz. Yani aslında başından beri çok üretkenmiş gibi görünen bu vizyon somut kazanç üretmek yerine dost ve düşmanda gereksiz bir endişe üretiyordu.Buna rağmen erken dönemde işe yarıyor gibi göründü. En azından zararsız gibi düşünüldü. Çünkü bu tür bir reçetenin uygulanabilmesi için uygun bir uluslararası zemin vardı. Daha doğrusu bu tür bir vizyonun üretebileceği pozitif sonuçlar görülmemiş olsa da, negatif sonuçlarını da gizleyebilecek bir uluslarası sistem vardı. Amerikan tek kutuplu sisteminin ve tek taraflılığının yoğun bir biçimde hissedildiği bir dönemde (2003'ten 2010'a kadar) hegemonun sağladığı istikrarın altında bu tür bir dış politika somut sonuçlar almasa da prestij üretmesi bakımından kendi beklentilerini yerine getirebiliyormuş gibi göründü. Türkiye tüm komşularıyla başarılı diplomatik ilişkilere sahipti. Mekik diplomasisinin merkezindeydi. Liderlerimiz bir o ülkeye bir bu ülkeye giderken, dünya liderleri sürekli Türkiye'yi ziyaret ediyordu. Fakat bunların ne kadarının ekonomik ve siyasal zeminde paraya veya güce tahvil edilebildiği ise bir muammadan ibarettir. Bir reklam kampanyası düşünün çok başarılı ancak malın alıcısı yoksa kampanyanın ne kadar başarılı olduğunun bir önemi yoktur. Veya hergün bir ülke lideri Ankara'yı ziyaret edebilir ama eğer o ülkeyle Ankara'nın lehine bir ticaret anlaşması yapılmamışsa, bu ziyaretler hiçbir fayda doğurmaz. Aslında bu tür diplomatik görüşmeler her hangi birşeyin sebebi değil olsa olsa göstergesidir. Yani diplomasi bir ülkeyi güçlendirmez. Sadece varolanın işleyişini kolaylaştırıcı bir işlev görür. Motor yağı gibi mekanizmaların işleyişini kolaylaştırır. İyi bir motor yağı kullanmak zayıf bir motorun beygir gücünü artırmaz. Diplomatik müzakereler tek başına kimseyi ikna etmek için yeterli değildir. İran'ı da ikna edemezsiniz, Suriye'yi de. Günün sonunda İran'ı Amerika etti. Suriye'yi de Rusya.
NASIL BİR YENİ VİZYON?
Şimdilerde bu gerçekle yüzleşiyoruz hepimiz. Uluslararası sistemde yaşanan önemli bir değişim bu dış politika tarzının aslında zayıflıklarını gözümüzün önüne serdi. Prestij üretmenin sonuç üretmek olmadığını bize gösterdi. Yani hem İran ile hem de Amerika ile konuşabilen prestijli bir Türkiye'nin vazgeçilmez olmadığını, Amerika İran ile konuşmaya karar verdiğinde gördük. Hatta İran ile aramızdaki iyi ilişkilerin bile Amerikan-İran gerilimi sayesinde olabildiğini de gördük. Sonra Irak'ta, Libya'da ve diğerlerinde. Ama en çok da Suriye'de. Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu Suriye'deki gösteriler başladığında konuşarak Esed'i ikna etmeyi denedi. Halbuki Esed üzerinde nüfuz sahibi olabilirsiniz ama Esed'i iktidarından vazgeçmeye ikna edemezsiniz. Böyle bir şey ancak Esed'i zorlamak ile mümkün olabilirdi.Dolayısıyla Türk dış politikasında bütüncül bir revizyon gereklidir. Bu revizyon bütünüyle yeni bir vizyona oturmak zorundadır. Bu yeni vizyon "fırsat maliyetlerini" gözden kaçırmamalı ve yapacağı yatırımları somut sonuçlar üretecek şekilde planlamalıdır. Arzularına göre değil, imkanlarına göre hareket etmelidir. Dostuna ve düşmanına ne kadar nüfuz sahibi olduğunu göstermekten çok, onlara tehdit teşkil etmeyeceği imajını vermelidir. O eski ifadeyle tilki gibi kurnaz aslan gibi güçlü olmaya çabalamalıdır. Bu aslında dış politika alanında yüzyıllardır tekrarlanan fakat sürekli unutulan bir ifadedir. Çünkü zaman zaman devletler nüfuz artırımının büyüsüne kapılabilir. Fakat uluslararası sistem bir elek gibidir. Hata yapanı seçer, ayıklar ve cezalandırır. Her devlet zaman zaman bu eleğin altına veya üstüne düşebilir ama önemli olan bu noktadan geri çıkacak feraset ve basireti ortaya koyabilmektir. Yeni şartlar yeni vizyon ve yöntemler gerektir. Türkiye'nin de buna hem cesareti hem de kabiliyeti vardır. Şunu akıldan çıkarmamak gerek. Uluslararası ilişkiler ne dış politikadır ne de diplomasi. Ne kadar iyi plan yaparsanız yapın tek başına sizin diplomatik manevralarınız meseleleri çözmez. Uluslararası sistemin şartlarına odaklı ve onun içindeki kabiliyetlerinizi sürekli hesap eden bir strateji geliştirmenizi mecburi kılar. Uluslararası sistem sizi önce kendinize değil önce çevrenize bakmaya zorlar. Bu çerçevede oluşturulabilecek bir vizyon Türkiye'nin tıkanıklıklarını yönetilebilecek hale getirecektir.
[Yeni Şafak, 28 Haziran 2016].