Dünyada silahlanma yarışının yeniden tırmanışa geçtiği bir döneme girdik. Başta ABD ve Çin olmak üzere birçok ülke askerî harcamalarını artırıyor.
Nükleer silahlara dair imzalanan silahsızlanma anlaşmaları iptal ediliyor. Orta menzilli nükleer başlık taşıyabilen füzelerin imha edilmesine dair INF Anlaşması ABD ve Rusya’nın çekilme kararlarıyla ortadan kalktı. 2002 yılında da ABD, SALT-I Anlaşmasının önemli parçasını oluşturan anti balistik füzelerin sınırlandırılmasına dair ABM Anlaşması’ndan tek taraflı olarak çekilmişti.
Batılı ülkelerde siyaset giderek aşırı sağa doğru kayıyor. Irkçı, mülteci ve yabancı karşıtı siyasi hareketler partileşiyor ve yerleşik siyasi partileri tehdit etmeye başlıyorlar. Bunların ortak özelliklerinden biri de İslamofobik karakterleri. İslam’ı ve Müslümanları bir tehdit olarak tanımlıyorlar ve fırsatını bulduklarında Batı’da yaşayan Müslümanları hedef seçmekten geri durmayacaklarını gösteriyorlar.
Bu aşırı sağcı partiler Avrupa’daki çoğulcu yapıya ve Avrupa Birliği’ne de karşı çıkıyorlar. Brexit’in ardından başka ülkelerin de AB’yi terk etme sürecine girmesinden endişe ediliyor. Bu yüzden Brüksel, Brexit sürecinin Birleşik Krallık için mümkün olduğunca sancılı geçmesi için elinden geleni yapıyor ki, ona özenecek başka ülkelerin bu şekilde gözünü korkutmaya çalışıyor.
Bu yöntemler AB’yi dağılmaktan kurtarır mı?
Zaman gösterecek...
Aslında AB ülkelerinin Trump Amerika'sından gelen tehditlere karşı birlik içerisinde hareket etmekten başka çaresi yok. Bunu bilen Almanya ve Fransa’daki yerleşik iktidarlar AB’nin dağılmasını önlemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Zira AB’nin en büyük ekonomik gücü olan Almanya’nın millî geliri bile ABD’nin 5’te birinden Çin’in ise 3’te birinden daha az. Bu rakamlar, AB ülkelerinin tek başlarına ABD ve Çin ile ekonomik alanda rekabet edebilecek durumda olmadıklarını gösteriyor.
ABD-Çin ilişkisinin de çok gergin bir döneme doğru sürüklendiği açık bir şekilde görülüyor.
Çin’in, Amerikan pazarının imkânlarını da kullanarak yükselişine engel olamazsa küresel üstünlüğünü kaybedeceğini gören Washington yönetimi, Pekin’e yönelik sınırlandırma siyasetini iyice belirginleştirdi. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler’e karşı uygulanan çevreleme siyaseti (containment policy) ve 1990’larda Orta Doğu’da Irak ve İran’ı hedef alan ikili çevrelemenin (dual containment) ardından şimdi Amerikan dış politikasının en büyük çevrelemesiyle karşı karşıyayız: Çin’in çevrelenmesi.
Siyaset bilimciler bu çevrelemeye ne isim verirler bilemeyiz ama “containment of the dragon” ya da “great containment” gibi isimlendirmelerle karşılaşabiliriz.
ABD’nin bu çevrelemeyi hangi şekilde yapmaya çalıştığına baktığımızda ise üç temel araç göze çarpıyor.
Birincisi Çin’e karşı getirilen ekonomik sınırlandırmalardan oluşuyor. Bu çerçevede, yeni vergilerle Çin’in büyümesinin temel dinamiğini oluşturan ihracatının sınırlandırılması kadar, Huawei gibi Çin’in önemli teknoloji şirketlerine çıkarılan engeller de gündeme geliyor.
İkinci olarak Tayvan, Kuzey Kore, Güney Çin Denizi, Tibet ve Doğu Türkistan sorunları gibi Çin’i doğrudan ilgilendiren meselelerde karşı tarafın desteklenmesi Washington’un Pekin’e karşı çevreleme siyasetinin bir başka ayağını oluşturuyor.
Üçüncü olarak ise Çin’in Afrika, Latin Amerika ve Orta Doğu’daki ekonomik yayılmacılığına karşı güçlü bir hat oluşturmak da ABD’nin Çin’i sınırlandırma politikasının bir aracı olarak karşımıza çıkıyor. Venezuela örneği, bu sınırlandırmanın giderek sertleştiğini de gösteriyor.
ABD’nin bu yeni çevreleme siyasetinin öncekilerden en önemli farkı, bu defa müttefiklerine yeterince değer vermemesi olarak göze çarpıyor. Washington yönetimi, gerek Sovyetler’in gerekse Irak ve İran’ın çevrelenmesine yönelik politikalarını yürütürken Avrupa, Uzak Doğu ve Orta Doğu’daki müttefikleriyle çok yakın bir ilişki içerisinde olmuş ve onların desteğini elde etmişti.
Şimdi ise Trump idaresindeki ABD, Çin’in çevrelenmesi konusunda desteğine ihtiyaç duyacağı Avrupa Birliği ve Japonya gibi aktörlerde ciddi bir güvensizlik hissine yol açmış durumda.
Washington’un bu tavrı, bu en büyük çevrelemenin başarılı olup olmayacağını belirleyen en önemli parametre olacak kuşkusuz.
[Türkiye, 6 Mart 2019].