Cezayir ve Sudan’da yeniden hareketlenen sokaklar, Arap Baharı’nın ikinci dalgası olarak nitelendirilmeye başlandı. Bu yargının doğruluğu ya da yanlışlığı bir tarafa, bu iki ülkedeki süreci belirleyen aktörlerin Mısır, Suriye, Libya ve Yemen’deki isyan süreçlerindeki aktörlerle aynı olduğunu gözlemlemek mümkün: Muhalif hareketler, iktidar ve ordu. Herhangi bir ülkede kitlelerin iktidara karşı sokağa dökülmeleri bir başka deyişle devrim için harekete geçmelerinin birçok sebebi olabilir. Bir kere bu süreç başladıktan sonra, sürecin nereye evrileceğini belirleyen en önemli dinamikler ise rejimin cevabı, silahlı kuvvetlerin tavrı ve uluslararası aktörlerin meseleye yaklaşımıdır. Ancak bu üç unsurdan en önemlisi ordunun tavrıdır. Çünkü rejim protestoları bastırmak istediğinde başvuracağı en önemli aktör ordudur. Uluslararası aktörler ise –eğer kitlesel mobilizasyonun bir parçası değillerse- sürecin olgunlaşmasını bekler. Kitlesel protestoların başlangıcında rejim genel olarak bu protestoları önce yumuşak sonra ise sert yöntemlerle (polis, milisler ve ordu eliyle) bastırma eğilimine girer. Polis ve milislerin, orduya nazaran harekete geçirilmesi daha kolaydır. Öncelikle kitlesel mobilizasyonun barışçıl yöntemleri kullandığını yani şiddet içermediğini varsaydığımızı ifade edelim. Ayaklanmaların şiddet içermemesi ordunun müdahale etmemesi için gerekli, ancak yeterli şart değildir.
Sudan ve Cezayir’de kitleler sokağa döküldüklerinde iktidar, polis ve istihbarat birimlerini harekete geçirdi. Polisin müdahalesi sonrasında Sudan’da onlarca kişinin öldüğü biliniyor. Olayların tırmanması üzerine Sudan ordusunun göstericileri koruduğuna dair haberler gelmeye başladı. Fakat öte yandan son bir haftaya kadar El Beşir'e karşı açık bir tutum da takınmadı. Cezayir’de ise ordunun daha erken bir dönemde dahil olması dolayısıyla gösterilerin daha az maliyetle devam ettiği biliniyor. Ordunun bu tavrının aslında her iki ülkede de göstericileri cesaretlendirdiği söylenebilir.
Bu durum karşısında El Beşir’in de Buteflika’nın da siyasi ve ekonomik alanda reform sözü vererek protestoları yatıştırma stratejisinin sonuç vermemesi de bununla ilgili. Ordunun gösterilere müdahale etmemesi ve aleyhte bir açıklama yapmamış olması, zaman içinde her iki ülkede de genç subaylardan az sayıda da olsa göstericilerin arasına karyışması kitleleri daha da motive eden bir etki yarattı.
Ordu-rejim ilişkisi
Bu durumda ortaya çıkan en önemli sorular şunlardır: Ordular kitlesel mobilizasyonlar karşısında nasıl bir tavır alır? Kitleleri hangi şartlar altında bastırma yoluna giderler? Hangi şartlar altında iktidarın devrilme sürecinin bir parçası olurlar ya da bu süreçte sessiz kalırlar? Bu sorular 2010 yılı sonunda Arap isyanlarının başladığı süreçte gündeme geldi. Fakat esasında daha önce yaşanan devrimsel süreçlerde de ordular kitleler ya da iktidar lehine önemli rol oynamışlardır.
Bu soru bağlamında oldukça geniş bir literatürün olduğunu ifade edelim. Bu tartışmalar karşısında 2011’den sonra Ortadoğu’daki isyanların hangi noktaya evrildiğine bir daha bakmakta yarar var. Kimi araştırmacılar kitlesel mobilizasyonun kapasitesini (süreklilik, organizasyon, silahsız direniş v.s.) meşruiyetini ve silahlı kuvvetlerin en azından bir kısmını yanlarına çekme kabiliyetini merkeze alırlar. Ordunun kendi çıkarlarını ve durumunu dikkate aldığını düşünenler ise ordunun kendi içinde bölünmesi ve bir iç savaş senaryosu riski ile hareket ettiğini savunur. Bu durumda ordu genelde darbe yaparak süreci kontrol eder ya da genel eğilime uyarak iktidar ya da göstericilerden yana bir tavır alır. Burada ordu ile rejim arasındaki ilişkiler belirleyicidir. Ordu ile siyasi iktidar arasında yaşamsal birliktelik söz konusu ise ordu kitlelere müdahale etmekten kaçınmaz. Suriye örneği bu durumun açık bir örneği. Tunus’ta ordu siyasi iktidarın bir dayanağı olmadığı için değişimin önünü açmayı –en azından tıkamamayı- tercih etti. Mısır’da ise ordu rejimin en önemli oyuncusu olduğu için değişimi değil, her durumda kendi çıkarını gözeterek hareket etti. Sonuçta Mısır’da bir değişimin önünü tıkayarak rejim üzerindeki hegemonyasını devam ettirmiş oldu.
Sudan ve Cezayir’de ne bekleyelim?
Bugünlerde ise Cezayir ve Sudan’da yine iktidar değişimleri ile ortaya çıkan kitlesel hareketler karşısında ordu, değişim sürecinin aktörü konumunda. Her iki ülkede de ordu, bağımsızlık sonrasında kurucu bir rol oynamış ve ülke tarihleri boyunca iktidar bloğunun en önemli parçası olmuştur. Her iki ülkede de iktidar değişimi büyük ölçüde askeri darbelerle söz konusu olmuştur.
Dahası her iki ülkede de halk, orduyu sahneye davet etti ve ordu da aşama aşama sürece ağırlığını koyuyor. Başka bir deyişle Cezayir’de de Sudan’da da ordu protestocuların hedefindeki liderin iktidardan ayrılması için çeşitli zorlamalarda bulundu. Sudan’da iş askeri darbeye vardı zaten. Cezayir’de de Genel Kurmay Başkanı, 26 Mart’ta Buteflika’nın istifa etmesi gerektiğini ifade etti. 2 Nisan’da da Buteflika görevden ayrıldığını açıkladı. Dolayısıyla her iki ülkede de siyasi iktidara karşı başlayan ayaklanmaların, -El Beşir ve Buteflika’nın iktidardan düşmüş olmalarını hesaba katarak- ilk hedeflerine ulaştıklarını ifade etmek mümkün. Bu durum doktriner anlamda bir devrim gerçekleştiği anlamına gelmez. Çünkü, devrim yapısal değişimleri içerir. Başka bir deyişle siyasi iktidar elitinin değişimi yetmez, rejim değişimi gereklidir.
Sudan’da da Cezayir’de de orduların bu düzeyde bir değişime razı olup olmayacakları epey tartışmalı bir noktadır. Her iki ülkede de ordu açısından üç temel değişim senaryosundan bahsetmek mümkün. Birinci senaryo, muhalefetin arzu ettiği bir değişim sürecinin önünü açmaktır. Bu durumda ordunun sahip olduğu ayrıcalıklar ve siyaset üzerindeki vesayet de tartışma konusu olacaktır. Dolayısıyla ordunun kurumsal düzeyde bu tür bir sürecin önünü açması küçük bir ihtimaldir.
İkinci senaryo ise ordunun kendi içinde bölünmesidir. Bu senaryo jenerasyonlar arası geçişin yönetilememesi, ordu içinde ideolojik ya da etnik hatların keskin olması dolayısıyla söz konusu olabilir. Ordu bu durumun gerçekleşmesinden kaçınmak zorunda. Çünkü bu durum ya ordu içinde sonu gelmez bir mücadeleye ve dolayısıyla arka arkaya darbelere ya da iç savaşla sonuçlanacaktır.
Üçüncü senaryo ise ordunun içinde bir mücadeleye mahal vermediği ve kendi kontrolünde bir geçiş sürecinin yaşanmasıdır. Ordu açısından en tercih edilecek senaryo budur. Nitekim her iki ülkede de mevcut resim bu sürecin bu doğrultuda ilerleyeceğinin işaretleri gözükmektedir. Sudan’da El Beşir’in istifa etmesinin ve Savunma Bakanı Avad Bin Avf’ı da yardımcısı olarak ilan etmesi üzerine ordu içinde çeşitli rahatsızlıkların oluştuğuna ve emir-komuta zincirinin dışında darbe söylentilerinin dolaşmaya başladığına dair haberler yayıldı. Savunma Bakanı Avad bin Avf’ın liderliğinde 10 Nisan’da gerçekleşen darbe ile bu ihtimalin de önüne geçilmiş oldu. Cezayir’de ise Buteflika sonrası süreç henüz tam anlamıyla şekillenmiş değil. Cezayir için birlikte yönetilmesi gereken iki temel konu söz konusu: Birincisi iktidar bloğunu oluşturan kurumların kendi aralarındaki müzakereleri ve mücadeleleridir. Genel Kurmay Başkanı Salih’in eski İstihbarat ve Milli Güvenlik direktörünü açık bir şekilde uyarmış olması ve yolsuzluk dosyalarını gündeme getirmesi bu duruma işaret ediyor. Meselenin ikinci boyutu ise kitlesel taleplerin karşılanmasıdır. Zira Sudan’da olduğu gibi Cezayir’de de kitleler ordunun ağırlığı altında bir geçiş sürecine ikna olmuş değiller. Ancak hem yakın zamanda Suriye, Libya ve Yemen’in iç savaşa sürüklenmesine yol açan etkenler hem de ülkenin yakın geçmişindeki iç savaş (1992-1999) iktidar elitlerinin daha dikkatli ve sorumlu bir çizgide ilerleyecekleri varsayımına neden oluyor. Zira hem bölgedeki son beş yıllık dönem hem de Cezayir’in kendi tecrübesi, tarihin tekerrür etmemesi gerektiği gerçeğini dayatıyor. Bu zorlu sürecin kitlesel beklentileri karşılayacak şekilde barışçıl bir şekilde yönetilmesi hem Sudan ve Cezayir hem de bütün bir bölge için yeni bir başlangıç potansiyeli taşımaktadır.
[Star, 19 Nisan 2019].