İsrail 62 Filistinliyi katletti, binlercesini yaraladı; tüm dünyanın gözü önünde terör saçmaya devam ediyor. Gerçekten samimiyetle uğraşan bir kısım uluslararası aktörü göz ardı ederseniz, meselenin sahibi yok. Sahip çıkma arzusu içinde olanların da elinden gelen pek bir şey yok. İslam dünyası bu vahşete üzülüyor, kahroluyor. Ancak somut yaptırım üretebilme kapasitesinden mahrum. Her zaman olduğu gibi, İsrail uluslararası kamuoyunu ve kurumlarını göz ardı etmeye devam ediyor. Zaten uluslararası kurum dediğimiz yapılar da bu işin bir parçası haline geldi. Birleşmiş Milletler (BM) başta olmak üzere, meseleyle ilgili kurumlar, üç maymunu oynuyor: Görmedim, duymadım, bilmiyorum. Görse de pek bir şey değişecek gibi durmuyor. Zira bu zaman kadar, BM’nin İsrail konusunda aldığı kararlar ve attığı adımlar da hep boş çıktı. Çünkü BM’nin kendisi işlemeyen bir kurum. BM kendi başına ayakta durabilen bir aktör değil.
BM her zaman bir uluslararası kurumdan beklenen eylemleri gerçekleştiremeyecek kadar zayıf oldu. Hep güvenlik konseyi vetolarına bağımlı kaldı. Ama son dönemde ABD’nin tavrı nedeniyle daha da anlamsız hale geliyor. Barışı korumaya ne niyeti var ne de kapasitesi. Aslında BM Amerikan tarzı bir uluslararası ilişkiler anlayışının ürünü: Klasik diplomasi yerine, uluslararası kurumlar aracılığıyla güven, işbirliği ve barış üretilebileceğine dair liberal zihniyetin bir parçası. Ama günün sonunda, güçlünün zayıfı kontrol etme araçlarından biri haline dönüştü. Bugün bu kurum ve arkasındaki zihniyetin dünyadan çekildiğine, onun yerine klasik diplomasinin doğduğuna şahitlik ediyoruz.
Aslında BM, dünya tarihindeki ilk barış arayışı formülasyonu da değildir. Son iki yüzyıldaki üçüncü deneme olduğu söylenebilir. İlki 1815’te Viyana Kongresi’nde doğan güç dengesine dayalı Avrupa Uyumu’dur. İkincisi Birinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan liberal zihniyetinin bir ürünü olan ve ilk başta ABD tarafından terk edilen Milletler Cemiyeti’dir. Üçüncüsü ise yine ABD öncülüğünde kurulan BM’dir. Aslında bu üçü de birbirinin devamı ve akrabasıdır. Ancak üçü de birbirinden farklı özellikler barındırır.
Tarihin bilinen ilk geniş kapsamlı uluslararası düzen ve istikrar arayışı Avrupa Uyumu’dur ve “Büyük Güçler sistemi” olarak da bilinir. Napolyon Savaşları sonrasında, maliyeti çok yükselen savaşların sayısını daha aza indirmek, maliyetlerini düşürmek ve Avrupa’da istikrar sağlamak adına üretilmiş bir zirveler yöntemidir. Krizler doğduğunda toplantılar yapılır, belli konular görüşülür ve bir dahaki sefere kadar görüşmeye ihtiyaç yoktur. Bir binası ve sekretaryası da yoktur. Reel-politik bir zihniyete dayanır: Taraflar barışçıl işbirliği için bir araya gelmez, birbirlerine güvenmez; aksine birbirilerini dengelemeye çalışır. Klasik diplomasinin en belirgin örneğidir. Bu sistemin esasında 1914’e kadar devam ettiği söylenebilir ve cari olduğu yaklaşık yüzyıllık süre zarfında çok az sayıda merkezi savaş vardır. Küçük savaşlar, dünyanın Avrupa’dan uzak coğrafyalarında verilmiştir. Büyük güçler kendi aralarında nadiren savaşa tutuşmuştur. Bu nedenle güçler dengesi sisteminin genelde istikrarlı bir sitem olduğu fikri yaygındır.
Fakat Birinci Dünya Savaşı sonrası ciddi eleştiriye uğramıştır. Hatta Birinci Dünya Savaşı’nın doğuşu liberaller tarafından bu denge sistemine bağlanmıştır. Mesela Woodrow Wilson büyük savaşları, Avrupa devletlerinin tarihten kalma hastalıklı zihniyetinin sonucu olarak görmüştür. Bu zihniyet güç dengesi zihniyetidir; barış değil istikrar arar. Gerçek ve samimi bir barış arayışı yoktur. Adaleti aramaz; eşitlikçi değildir. Büyük güçlerin yönettiği ve kendi lehine kullandığı bu sistemde, barış anlaşmaları bir dahaki savaşa hazırlanmak üzere yapılır. Çünkü kimse gerçek barışa inanmaz. Bu nedenle Wilson ve diğer liberaller, adil ve barışçıl bir dünya sistemi önerisini sundular. Buna göre bir Milletler Cemiyeti kurulacaktı ve bu cemiyette her ülke eşit temsil hakkına sahip olacaktı. Demokratik akıl güven ve barış üretecekti. Bir dünya hükümeti kurulacaktı. Uluslararası sistemde suç işleyen cezalandırılacak ve sisteme uyum sağlayan ödüllendirilecekti. Kâğıtta böyle güzel görünen bu arayış ne teoride ne de pratikte başarılı oldu. Başta ABD olmak üzere neredeyse tüm ülkeler Milletler Cemiyeti sisteminin gerçeklikten uzak bir düzen fikri olduğunu düşündüler. En başta Amerikan senatosu ABD’nin bu sisteme dahil olmasını reddetti. Diğer ülkeler için de ciddiye alınmayan bir kurum haline dönüştü. Diğer taraftan, bu böyle bir düzenin kurulma ihtimalinin teorik olarak da çok zayıf olduğu, çünkü devletlerin çıkar uyumuna değil çıkar çatışmasına sahip olduğu ortaya çıktı. Kimse gerçekte bu kuruma barış getireceği için önem vermedi. Aksine herkes bu kuruma kendi ulusal çıkarına hizmet ettiği müddetçe saygı duydu ve aslında sistem başarısız bir kurumsallaşma denemesi olarak kaldı. İkinci Dünya Savaşı’na giden dünyada, savaşın fitilini ateşleyen mekanizmalardan biri haline dönüştü. Fakat bu sistem Amerikan kurumsalcılık zihniyetinin doğuşuna örnektir. Klasik zirve diplomasisi fikri reddedildi ve bunun yerini kurumsallaşma çabası aldı. Liberal zihniyete uygun olarak, diplomasi anlık olmaktan çıkarılıp sürekli hale getirildi. Sürekli diplomasi ancak bir patronla mümkün olabilirdi ve aslında Wilson da bu teklifle geldiğinde, barış taraftarı gibi görünmesine rağmen, kendini bu kurumun patronu olarak görüyordu. Yani ABD bu kurum aracılığıyla dünya siyasetinin dümenine geçmek istiyordu. Dünya barışı ve adalet arayışı gibi kavramlar bu anlamda pek bir gerçekliğe tekabül etmiyordu.
Ancak bu sistem çok kısa ömürlü oldu. İkinci Dünya Savaşı’yla çöktü. Ne Japonlar ne Almanlar ne de İtalyanlar Milletler Cemiyeti’nden korktu. Hepsi bildiğini okudu. İkinci Dünya Savaşı sonunda bu sistemin hatalı olduğu fikri yaygınlık kazandı. Ama o zaman da iki farklı kanaat vardı. Birinci grup Viyana tarzı klasik diplomasinin getirebileceği bir istikrarı savunurken, ikinci grup Amerikan liberalizmini revize etmenin peşindeydi. Böylece kurumsalcılık sahnede kaldı. Birleşmiş Milletler fikri doğdu. BM hem Avrupa Uyumu’ndan hem de Milletler Cemiyeti’nden unsurlar barındıracaktı. Güvenlik Konseyi, Avrupa Uyumu’nda olduğu gibi büyük güçlere yetki verecekti. Genel Kurul ise adaleti sağlayacaktı. Böylece Viyana’nın istikrarı ve Milletler Cemiyetinin adaleti beraberce sağlanacaktı. Fakat BM ikisinin de iyi yanlarını almaya çalışırken aslında ikisinin de kötü yanlarını aldı. İstikrarla yetinmeyip barış ararken ve güç dengesiyle yetinmeyip adalet ararken hem istikrar gitti hem de adalet.
BM tarihi boyunca istikrar üretici hiçbir kapasite üretemedi. Fakat adalet de dağıtmadı. Beş daimî üye dışındaki ülkeler, Genel Kurul’da temsil ediliyormuş gibi görünürken, sistem karşılıklı vetolarla kilitlendi. Böylece BM barış ve adalete hizmet etmek yerine, özelde ABD ve Rusya’nın kendine karşı atılabilecek adımları durdurma yöntemi haline geldi. Sistemin gerçek sahibi olarak ABD’nin bu silahı çok daha etkin kullandığını söylemek mümkün. BM yetersiz kaldığında NATO’yu ve çeşitli geçici koalisyonları devreye sokan ABD, 2003 Irak savaşında olduğu gibi kendi başına yürüdü. BM’yi ise kendisinin istemediği eylemleri durduracağı bir zemin haline getirdi. Bunların en başında da İsrail sorunu gelir. Ne zaman İsrail’le ilgili bir mesele gündeme gelse, ABD veto yetkisini kullanarak sistemi kilitledi. Aslında sistem ABD lehine işlemeye devam ediyordu. Fakat Obama ve Trump iktidarındaki Amerikan yönetimleri, dünya üzerinde sahip oldukları etkinliği terk ettiği günden beri BM de anlamsız hale gelmeye başladı.
BM’nin reforme edilmesi gerektiği fikri yıllarıdır konuşulur. Küçük devletlerin etkinliğini artırmak gerektiği, Almanya ve Japonya gibi devletlerin güvenlik konseyine dahil edilmesi gibi konular zaman zaman açılır. Ancak beş daimi üye bunları geçiştirmenin bir yolunu hep bulur. Bu nedenle de bu döngünün kırılamayacağı düşünülürdü. Ancak ABD’nin dünya siyasetindeki hegemonik konumu azaldıkça, BM üzerindeki etkinliği ve desteği de azalıyor. Kısaca söylemek gerekirse, ABD kendi kurduğu uluslararası kurumu kendi tercihleriyle etkisiz hale getiriyor. Artık Suriye meselesi sadece BM ilişkili toplantılarda değil, Astana gibi farklı zeminlerde ele alınabiliyor. Veya ABD Kudüs konusunda olduğu gibi BM’de yalnız kalabiliyor. Yani ABD’nin dünya siyasetindeki etkisi azaldıkça hem BM’nin etkisi azalıyor hem de ABD’nin BM’deki kontrolü zayıflıyor. Bu durum ise bildiğimiz anlamda uluslararası kurumların zayıfladığı bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Yani diplomasi geri dönüyor. ABD’nin kontrolündeki kurumların dışında, yeni birliktelikler doğuyor. Liberal değerler etrafında değil, reel-politik kaygılar çerçevesinde, ülkeler zamana ve zemine göre hareket eder hale geldi. Türkiye hem Rusya hem de ABD ile ilişkilerine devam ediyor. Her farklı krizde farklı tipte aktörlerle çalışıyor. Sadece Türkiye değil tüm ülkeler kendilerini daha oynak bir zeminde bulduğundan, diplomatik ilişkiler kısa vadeli ve geçici olarak kurgulanıyor. Olay bazında ittifaklar kurulup bozuluyor.
Böyle bir zeminde BM gibi bir oluşumun dünya siyasetine yön vermesini beklemek çok mümkün değil. Hatta görünen o ki BM’nin zamanla kendi kendine devre dışı kalması ihtimali çok daha yüksek. ABD’nin etkinliği azaldıkça BM’nin de anlamı kayboluyor. Yeni bir dünya kuruluyor. BM kendini bu yeni yapıya göre reforme edebildikçe var olacaktır. Aksi halde kendinden önceki denemeler gibi tarih olur.
[AA, 29 Mayıs 2018]