Herhangi bir ülkede kitlelerin iktidara karşı sokağa dökülmeleri bir başka deyişle devrim için harekete geçmelerinin bir çok sebebi olabilir.
Bir kere bu süreç başladıktan sonra ise sürecin nereye evrileceğini belirleyen en önemli dinamikler ise rejimin cevabı, silahlı kuvvetlerin tavrı ve uluslararası aktörlerin meseleye yaklaşımıdır ancak bu üç unsurdan en önemlisi ordunun tavrıdır.
Çünkü rejim protestoları bastırmak istediğinde başvuracağı en önemli aktör ordudur.
Uluslararası aktörler ise –eğer kitlesel mobilizasyonun bir parçası değillerse- sürecin olgunlaşmasını beklerler.
Kitlesel protestoların başlangıcında rejim genel olarak bu protestoları önce yumuşak sonra ise sert yöntemlerle (polis, milisler ve ordu eliyle) bastırma eğilimine girer.
Polis ve milislerin orduya nazaran harekete geçirilmesi daha kolaydır.
Öncelikle kitlesel mobilizasyonun barışçıl yöntemleri kullandığını yani şiddet içermediğini varsaydığımızı ifade edelim.
Ayaklanmaların şiddet içermemesi ordunun müdahale etmemesi için gerekli ancak yeterli şart değildir.
O halde akla gelen soru şudur: Ordular kitlesel mobilizasyonlar karşısında nasıl bir tavır alırlar?
Kitleleri hangi şartlar altında bastırma yoluna giderler, hangi şartlar altında iktidarın devrilme sürecinin bir parçası olurlar ya da bu süreçte sessiz kalırlar?
Bu soru 2010 yılı sonunda Arap isyanlarının başladığı süreçte gündeme geldi. Fakat esasında daha önce yaşanan devrimsel süreçlerde de ordular kitleler ya da iktidar lehine önemli rol oynamışlardır.
Bu yüzden Arap isyanlarını bir başka yazıya bırakarak daha önceki tecrübelere ve bu konudaki teorik tartışmalara bir göz atalım.
Öncelikle bakmamız gereken nokta ordunun kapasitesi ve isteğidir.
Ordular, genel olarak sahip oldukları personel, zor ve şiddet unsurları dolayısıyla kitlesel hareketleri bastırma kapasitesine sahiptir.
Burada esas mesele ordunun bu kapasiteyi kullanıp kullanmama isteğidir.
Nitekim 1989'da Tiananmen Meydanı'ndaki binlerce kişi Çin hükümeti tarafından ordu eliyle bastırıldı.
Bu olaylardan hafızalara onlarca tankı durduran bir sivilin görüntüsü kazındıysa da, yaklaşık üç bin kişinin öldüğünü ve protestoların bir sonuç vermediğini hatırlayalım.
1979 İran devrimi esnasında da gösterilere ateş açıldığını biliyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey daha var. O da bir çok subayın protestolara günler boyunca katıldığı ve ordunun kurumsal düzeyde kitlelere müdahale etmediği gerçeğidir.
Altı Güney Amerika ülkesi (Arjantin, Peru, Kolombiya, Venezuela, Küba ve Dominik Cumhuriyeti)'nde rejimin lideri asker kökenli olmasına rağmen ordu kitlelere müdahale etmemiş ve bu ülkelerde rejim değişimi söz konusu olmuştur.
…
Bu vb. bir çok örnekten yola çıkarak sorulması gereken soru şudur:
Ordular hangi koşullarda bu kapasitelerini harekete geçirirler?
Bu soru bağlamında oldukça geniş bir literatürün olduğunu ifade edelim.
Kimi araştırmacılar kitlesel mobilizasyonun kapasitesine (süreklilik, organizasyon, silahsız direniş v.s.) meşruiyetine ve silahlı kuvvetlerin en azından bir kısmını yanlarına çekme kabiliyetini merkeze alırlar.
Kimi araştırmalar ise ordu ile rejim arasındaki ilişkilere odaklanır.
Buna göre ordu ile rejim arasında yaşamsal birliktelik söz konusu ise ordu kitlelere müdahale etmekten kaçınmaz.
Öte yandan ordunun kendi çıkarlarını ve durumunu dikkate aldığını düşünenler ise ordunun kendi içinde bölünmesi ve bir iç savaş senaryosu riski ile hareket ettiğini savunur. Bu durumda ise ordu genelde darbe yaparak süreci kontrol eder ya da genel eğilime uyarak bir tavır alır.
Bu tartışmalar karşısında 2011'den sonra Ortadoğu'daki isyanların hangi noktaya evrildiğine bir daha bakmakta yarar var.
Dahası bu tartışma Sudan ve Cezayir'deki protestolara da ışık tutabilecek bir niteliğe sahip.
[Fikriyat, 15 Nisan 2019].