Siyasi ve ekonomik tartışmalarda en az anlaşılan gerçeklerden biri güç ve zenginlik arasındaki ilişkidir. Her zengin olanın güçlü olacağına dair sığ bir kanaat var. Ve bu kanaati değiştirmek kolay değil.
Halbuki bu konuları biraz derinlemesine ele alanlar ve teorik düşünme becerisini geliştirebilenler bu ilişkinin doğrusal değil paradoksal bir ilişki olduğunu anlayabilir. Her zengin güçlü ve güvende değildir. Her güçlü zengin değildir. Hatta çoğunlukla zengin bir ülke kurguladığınızda çoğunlukla güvenliğiniz tehdit altına girer. Güvenliği ve gücü öncelemek zorunda kaldığınızda da ekonomik zorluklarla karşılaşmanız kaçınılmaz olur.
Basit birkaç örnekle anlatmaya çalışalım. Mesela Almanya zengindir. Çünkü yaklaşık 70 yıl boyunca askeri güç peşinde koşmamıştır. Çünkü 70 yıl boyunca güvenlik yatırımı yapmak zorunda kalmamıştır. Ama bu zenginlik Amerika'ya bağımlı olmuştur. Bugün Almanya kendini güvende hissetmiyor. Rusya'dan çekiniyor. Dünya siyasetinde boy gösteremiyor. Çünkü askeri gücü yok. Yakında Fransa'dan bile korkmaya başlayabilir.
Japonya da farklı değil. Onlar da Amerikan işgali altında zenginleştiler. Güvenliklerini Amerika'ya emanet ettiler. Ama bugün Çin'e karşı Amerika yalnız bıraktığında ne yapacaklarını bilemez haldeler.
Öbür taraftan Rusya askeri bakımdan güçlü ve Amerikan etkisinden bağımsız bir ülkedir. Ama ekonomik olarak kırılgandır. Zenginlik üretmez. Güce ve güvenliğe dayalı bağımsız bir dış politika üretir.
Ne kadar güçlü ve ne kadar zengin olduğunuzun da bir önemi yoktur. Amerika kadar güçlü ve Amerika kadar zengin olsanız da güç ve güvenliği önceleyip Afganistan ve Irak Savaşları'na girdiğinizde ekonomik kayıplarınız artış gösterir.
Aynı durum Çin için de söz konusudur. Çin zenginliğe yaptığı yatırımla dış ticareti önemseyen bir büyüme yolu izledi. Ama ekonomisi yeterince büyüdükten sonra güvenlik tehditleri onu da esir almaya başladı. Güvenlik tedbirlerini almaya başladığı andan itibaren ise Çin ekonomisi artık eski hızıyla büyümeyecek.
Türkiye'nin son yirmi yılını böylesi bir perspektiften ele almadığınız müddetçe hiçbir şey anlamazsınız. Bu yirmi yılın ilk on yılı liberal dünya düzeninin içinde ekonomik olarak büyüyen bir Türkiye vardı. Belli bir aşamaya geldiği andan itibaren güvenlik tehditleri artış gösterdi. Çünkü ekonomik büyüme müttefiklerimizi bile rahatsız etti. Türkiye'nin bir karar vermesi gerekiyordu. Suriye'de PYD'ye Doğu Akdeniz'de Yunanistan'a genel olarak Amerika'ya teslim olsaydı, ülkemize para akışı devam ederdi. Biz de bu sayede IMF'nin verdiği borçlarla Amerikan üretimi malları satın alarak müreffeh bir hayat yaşadığımızı düşünmeye devam edebilirdik.
Onun yerine bağımsız ve güçlü bir Türkiye'yi seçtiğimiz daha doğrusu saldırılar nedeniyle seçmek zorunda kaldığımız için ekonomik baskı ve hatta Türkiye karşıtı düşmanlık kaçınılmaz oldu. İşte bu yüzden bağımsızlık pahalıdır diyoruz. Müreffeh bir sömürü ülkesi olmakla otonom bir ülke olmak arasındaki fark budur. Eğer gerçekten bağımsız bir ülke yani büyük bir Türkiye istiyorsak bunun ekonomik maliyetlerine de katlanmak zorundayız. Yoksa bize ait olmayan parayla Sırbistan, Yunanistan, Suudi Arabistan ve diğerleri ayarında bir ülke olmaya razıysak zaten o zaman bu tartışmaların bir önemi yok. Dolar da düşer sıcak para da artar. Ama Türkiye'yi kontrol altına alanlar zamanı geldiğinde onun kaderine de karar verirler. İster bölerler ister ezerler. Kaderimizi başkalarının ellerine teslim etmek istemiyorsak Türkiye'nin güvenli reel ve üretken ekonomisini üretmek için bazı zorluklara göğüs germek zorundayız.
[Sabah, 8 Eylül 2020].