Değişim her daim “devamlılığa” meydan okuyan bir olgudur. Ancak değişimin kontrollü, kontrolsüz veya travma şeklinde gelişmesi söz konusudur. Kontrollü değişim genellikle heyecan verici ve sükunet istikametinde duygu kabarmasına neden olurken kontrolsüz değişim sahip olunan kapasite ve kabiliyetin ötesine geçtiği durumlarda panik ve güvensizlik hissini tetikleyebilir. Kontrollü değişim farklı çıkara sahip olanları rahatsız edebilirken kontrolsüz değişim tüm aktörleri “duruma mukabelede bulunabilecek ve değişim sonrası üstünlüğü elde edebilecek bir pozisyon almaya” itebilir. Kontrollü değişim diğer aktörlerin tepkilerine yönelik projeksiyonlar istikametinde safhalara tahvil edilebilirken kontrolsüz değişim kendiliğinden oluverir. Travma ise –kanımca– kontrolsüz değişimin ansızın gerçekleşmesi, boyutu ve sonuçlarıyla ilgilidir. Bu bakımdan değişim aktör ve dinamikleri nicelik anlamında geniş çapta etkiliyorsa ve sonuçları geri dönülmez bir modifikasyona işaret ediyorsa travma halini almış demektir.
Kavramsal bir çerçeve dahilinde başladığımız tartışmada koronavirüs (Covid-19) salgınını kontrolsüz değişimin bir örneği olarak görmek mümkündür. Ancak koronavirüs salgını sonrası yaşanacak değişimin travma olması hususu halen karmaşık ve belirsiz görünmektedir. Koronavirüs salgını kontrolsüz değişim unsuru olarak Çin’de ilk defa görülmekle birlikte dünya geneline yayılmış ve bu çerçevede her bireyin günlük yaşamını, toplumsal alışkanlıklarını, tüketim eğilimlerini, birey ve toplumun farklı katmanlarında güven ve iletişim olgusunu, toplum-devlet ilişkilerini ve devletler arası etkileşim süreçlerini etkilemiştir. Açık olan husus bu salgından alınmakta olan dersler halen bireyden topluma, toplumdan devletlere kadar farklı birimlerde değerlendirilmekte ve değerlendirilecektir.
Dolayısıyla kontrolsüz değişim olarak hayatımıza girmiş koronavirüsün –etki altına aldığı aktörlerin nicelik frekansı, küresel yayılımı nedeniyle etki genişliği, zaman aralığı bağlamında– ansızın ortaya çıkmasından ziyade uzun süreye yayılan etkisi nedenleriyle travma haline geldiği iddia edilebilir. Ancak bu aşamada birey, toplum, devlet ve uluslararası politikaya etkilerinin ne olduğunu ve olacağını farklı projeksiyonlar dahilinde incelemek uygun olacaktır. Diğer bir ifadeyle “Koronavirüs sonrası dönemde artçı değişimler birey ve toplumsal dönüşümler yoluyla devlet, devlet üstü, devlet dışı, uluslararası aktörler ile sivil toplum örgütlerini etkileyecek midir?” sorusunun irdelenmesi gerekmektedir. Aynı şekilde terörizm, iş birliği ve rekabet, ekonomik savaş, yumuşak/akıllı güç gibi birçok politik kavramın da tecrübe edilen “koronavirüs travması” sonrası nasıl bir kavramsal dönüşüme tabi olacağı merak konusudur. Bu yazıda devletlerin, terör örgütleri özelinde devlet dışı aktörlerin, uluslararası ve sivil toplum örgütlerinin merkeze alınarak koronavirüs sonrası maruz kalabilecekleri değişim bağlamında incelenmesi ihtiyacı hissedilmiştir.
Devletlerin koronavirüs vakaları ile birlikte varlığının aslında ne kadar elzem olduğu ortaya çıkmıştır. Nihayetinde hizmet ve güvenlik ihtiyacı duyan “vatandaş” devletten beklenti içinde sağlık, gıda, hizmete erişim güvenliği gibi taleplerde bulunmuş, beklentisine cevap alamadığında devleti değil sistem, rejim ve iktidarı elinde bulunduranı sorgulamıştır. Bu çerçevede topluma sağlık başta olmak üzere “sosyal devlet” olmanın gerektirdiği hizmetleri sunmayı başaran devletler toplum nezdinde itibarını korurken aksi durumdaki devletler koronavirüs sonrası değişimden olumsuz etkilenme olasılığıyla karşı karşıya olabilecektir. Örnek vermek gerekirse Çin, Güney Kore ve Türkiye gibi ülkeler halkı ön plana çıkaran tepkiler vermeyi başarmıştır. Ancak kapitalist söylemlere sahip ve ekonomik kapasitelerinin güçlü olduğu bilinen Batılı devletlerde uzun süredir salgının var olduğu bilinmesine ve yayılmasına yönelik projeksiyonlar seslendirilmesine rağmen yeterli tedbirlerin alınamadığı görülmektedir. O halde koronavirüs sonrası politik sonuçları değerlendirirken öncelikle devlet kapasitelerinin uygun ve doğru kullanılması hususunun ön plana çıkabileceği ileri sürülebilir. Diğer bir ifadeyle vatandaşı merkeze alan ve kaynaklarını “karşılık beklemeden” seferber eden devletlerde “sağlamlaşmış” bir toplum birlikteliğinin ortaya çıkması beklenebilir.
Vatandaşın hizmet ihtiyacını karşılayamayan devletler ele alınırken demokratik olmalarının belirleyici bir parametre olduğu aşikardır. Vatandaşını salgının risklerine rağmen yeteri kadar ve zamanında destekleyemeyen demokratik devletlerde serbest seçimlerde iktidar değişiklikleri mümkün hale gelmiştir. ABD’de yapılacak seçimlerin takip edilmesi diğer Avrupa ülkelerindeki politik eğilimleri öngörmek açısından ipucu verebilecektir. Demokratik olmayan devletlerde ise rejim baskısı nedeniyle güvensizlik yaşayan toplumların devlet rejimlerini sorgulaması mümkün hale gelmektedir. Bu nedenle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuzey Kore ve Suriye gibi ülkelerde koronavirüs vakalarına yönelik şeffaf bilgilendirmenin yapılmadığı görülmektedir. Koronavirüs salgını sonrası ekonomik koşulların ağırlaşmasıyla “kabullenme çizgisi”nin aşılması durumunda toplum hareketleri ve sivil itaatsizlik bir alternatif olarak otoriter rejimleri tehdit edebilir.
Devletin alternatifi olduğunu iddia eden devlet dışı aktörler koronavirüs gibi karmaşık sorunlara cevap verme, tedbir geliştirme veya sorunları çözebilme kapasitelerinin olmadığı ortaya çıkmıştır.Bölücü terör örgütü ve devlet dışı aktörler için durum devletlerin tersi bir kompozisyona sürüklenmektedir. Devletin alternatifi olduğunu iddia eden söz konusu oluşumların koronavirüs gibi karmaşık sorunlara cevap verme, tedbir geliştirme veya sorunları çözebilme kapasitelerinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Devletin kapasitesinin vatandaşa tam anlamıyla yansıdığı ülkelerde terör örgütlerinin aslında kontrolsüz değişimlere karşı tepki veremeyeceği ve travmaları yönetemeyeceği anlaşılmıştır. Türkiye örneğinde devletin kabiliyet ve kapasitesinin seferber edilmesiyle yurt genelinde vatandaşa hizmet götürülmüş, diğer ülkelerdeki Türk vatandaşları Türkiye’ye getirilmiş, tedavi ile ilgili süreçler tamamen özgün imkanlarla ve karşılıksız sağlanmıştır. Oysa aynı dönemde bölücü terör örgütü vatandaşın önceliği olan hastalıktan korunmak ve acil ihtiyaçları karşılamak istikametinde odun toplamaya çıkan beş vatandaşı uzaktan komutalı el yapımı patlayıcıyla şehit etmiştir. Dolayısıyla terör örgütlerinin devlet olma iddiasının aslında zahiri olduğu ortaya çıkmıştır. Benzer bir durum Libya vakasında koronavirüs tedavisinin yapıldığı hastaneye saldıran Hafter unsurları ile halka sağlık hizmeti sunan meşru Trablus hükümeti üzerinden de okunabilir. Dolayısıyla toplumların zorunlu ihtiyaçlarına cevap veremeyen terör örgütlerinin marjinalleşmesi ve anlamsızlaşmasına yönelik bir sürecin başladığını iddia etmek mümkündür.
Uluslararası örgütler bağlamında koronavirüs salgını sonrası devletlerarası koordinasyon ve iş birliği ihtiyacının zorunluluğuna yönelik değerlendirme yapmak yerinde olacaktır. Dünya Sağlık Örgütü örneğinde görüldüğü üzere verilerin toplandığı, standartların tespit edildiği ve uygulamaların koordine edildiği uluslararası örgütlerin norm yapıcı etkisinin önemli olduğu anlaşılmıştır. Ancak koronavirüs salgını insanlığın karşılaşabileceği felaket senaryolarından sadece birisidir. Deprem, tsunami, geniş ölçekli yangınlar, iklim değişiminin sonuçları gibi birçok farklı felaket –insan, toplum veya devleti değil– insanlığın bekasını tehdit eder hale gelmiştir. O halde uluslararası örgütlerin sayı ve etkinliği ile bağlayıcı karar alma yetkisinin artırılması konusu tüm insanlık için zorunluluk haline gelmektedir. Bu çerçevede Afet Hazırlık ve Mukabele Örgütü (Disaster Preparedness and Response Organization) kurulması ihtiyacı kendini hatırlatmaktadır. Nihayetinde tüm devletler aynı kapasiteye sahip olmayıp devletlere acil yardım ve kurtarma misyonuyla yardım eli uzatacak uluslararası örgütlere ihtiyaç vardır. Çünkü insan, toplum ve devlet güvenliği artık tüm insanlığın güvenliğinin gölgesinde kalmıştır.
Bireyler diğer bireyden ve sivil toplum örgütlenmelerinden aldığı görsel bilgilere resmi bilgilendirmeden daha fazla itibar etmektedir. Bu nedenle sivil toplum örgütlerinin itici unsurlar olacağı aşikardır.Sivil toplum örgütlerine yönelik koronavirüs sonrası projeksiyon incelendiğinde en nitelikli gelişmenin sivil toplum örgütlerinin ekseninde olacağı ileri sürülebilir. Sivil toplum örgütleri küresel topluma hitap edebilecek şekilde dijital teşkilatlanması, toplumları hareketlendirebilmesi, devletlere baskı yapabilmesi ve sosyal medya üzerinden objektif bilgilendirme yoluyla bilgi ortamını şekillendirmesi bağlamında etkin aktörlerdir. Bireyler diğer bireyden ve sivil toplum örgütlenmelerinden aldığı görsel bilgilere resmi bilgilendirmeden daha çok itibar etmektedir. Bu nedenle sivil toplum örgütlerinin itici unsurlar olacağı aşikardır.
Sonuçta koronavirüs sonrasında toplumsal ve siyasal değişimlerin yaşanacağı malum olmakla birlikte büyük ve kapsamlı değişimler için travmanın, toplumların “kabullenme çizgisi”ne etkisi belirleyici olacaktır. Devletlerin güçlenerek çıktığı ancak rejim ve iktidarların olumsuz etkilenebileceği koronavirüs sonrası politik ortamda “insanlığın güvenliği” ön plana çıkmıştır. Bu nedenle tüm insanlığın sorunlarına hitap eden küresel örgütler ile sivil toplum örgütleri başat hale gelebilecektir. Üretim, tüketim ve doğrudan iletişim gibi alanlarda yerelleşmenin ön plana çıkması söz konusu olmakla birlikte sorunların artık küresel olması küresel eylemlerin koordineli ve iş birliği kapsamında yürütülmesini zorunlu kılmaktadır. Yumuşak tehdit bağlamında ele alınabilecek küresel insanlık sorunları karşısında terör örgütlerinin ise etkisizliği ortaya çıkmıştır. Bu nedenle terör örgütlerinin “ne için” ve “kim için” var oldukları sorgulanacak ve toplumlar terör örgütlerinin ideolojilerine veya vaatlerine itibar etmeyecektir. Nihayetinde hudutları aşan “yumuşak” güvenlik sorunları daha önemli hale gelmiştir.