Modern Türkiye’de, sorunlarımızın bidayetinde ciddi bir patent hakkına sahip olan cumhuriyet dönemi iktidarını, kurucu ideolojiyi ve elitlerini unutmak mümkün değildir. O dönem inşa edilen sorunlar, benzer bir yabancılaşmış elitin eliyle, aradan yıllar geçmesine rağmen, ‘tercüme dünyası’ marifetiyle devşirilen kavram setleriyle çözümlenmeye gayret edilmiştir. Sorunların müsebbibi olan aktörler ve dünya görüşleri ile sorunların çözümü için önerilen çözüm paketlerinin ‘ideolojik akrabalıkları’ göz ardı edilemeyecek düzeydedir. Özellikle Kürt meselesi bu trajik sahnenin en çok yaşandığı sorunların başında gelmektedir. Öcalan ile ilk kez belli bir çözüm süreci içerisinde ‘bir vazife ifa etmek’ üzere görüşen ilk BDP’li heyetten yansıyanlar ve ardından yine aynı partinin içinden gelen tepki belki de en çarpıcı örnekti. Öcalan görüşmesi ardından, Ahmet Türk’ün ağzından “Malazgirt'te inşa edilen Türk-Kürt kardeşliği laikçi egemenler eliyle tahrip edildi” cümlesi çıktıktan bir kaç hafta sonra, Aysel Tuğluk’un “PKK, laikliğin teminatıdır” cevabı geldi. ‘Türk-Tuğluk makası’ aslında bu topraklardaki hem entelektüel travmayı hem de yukarıda mevzu bahis ettiğimiz şizofren akrabalığı anlamak için yeterince velut bir örnek.
Osmanlı’nın dağılma travmasını tevarüs eden cumhuriyet siyasal aklının ‘can simidi’ olarak sarıldığı ‘kurucu ideolojik müdahalelerin de’ ezici çoğunluğu ayaklarını bastıkları ya da henüz kaybettikleri toprakların dünyasından mütevellit değildi. Ezcümle her krizimizin yegane kaynağı olmasa da ‘yerlilik travması’ uzunca yıllardır bu coğrafyanın dinmeyen sancılarının başında gelmektedir. Hele mesele ilk kez zuhur eden ilkel laik ulus devlet modelinden kaynaklı sorunlar olunca, yerlilik de bazen trajik durumlara varacak kadar zor idrak edilebilen veya keşfedilebilen bir meseleye dönüşmektedir. Özellikle ‘ulus devlet problemini’ paranteze almak için de kullanılan ‘Kürt meselesi ve PKK’ tartışmalarında, sorunun ismi gibi çözüm önerileri de bir yönüyle ‘yerlilik sorununu aşmakla ciddi mesafe alınabilen’ bir fenomene dönüşmüş durumda. Başka bir ifade ile dalgalarla boğuşan gemide, oturdukları koltukların altındaki can yeleklerini bir türlü alamayanların, dışarıdan atılan can simidi veya başka gemilerin kurtulma hikâyelerini tekrarlayarak felaha erme umutlarının artık sorgulanması gerekmektedir. ‘Kürt meselesinin’ çözümü ve ‘PKK’nın silahsızlanması’ başlıklarında, en popüler konuların başında ise ‘çatışma çözümleri’ denilen, 20. yy ikinci yarısında icat edilen karma disiplin gelmektedir. Batılı sosyal muhayyilenin, Hıristiyanlığın ezici bir şekilde anlam dünyasını belirlediği ‘savaş ve barış’, ‘iyi ve kötü’, ‘çatışma ve uzlaşma’ ve ‘çile ve refah’ gibi dikotomik tarifler etrafında oluşan çatışma çözümleri dünyasının, batı dışı toplumlar için ne kadar anlam ifade ettiği şüphelidir. 19. yüzyıl pozitivizminin nihai kavramsal çerçevesini belirlediği ‘çatışma’ ve ‘çözümleri’, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ise ete kemiğe bürünecek şekilde metodolojisine ve uygulamalarına kavuşmuş oldu.
O günden bu yana uluslararası kurumlardan üniversitelere, sadece özel dosya çalışan think-tank’lerden sivil toplum kuruluşlarına kadar yaygınlaşan bir araca da dönüştü. Batılı çatışma çözümü teknikleri, Türkiye’nin dâhil olduğu birinci halka siyasi harita ya da ekosistemde bugüne kadar bir mesafe aldığı veya başarı elde ettiği görülmese de; liberal söylemin vazgeçilmez reçetelerinden birisi olageldi. Son on yıldır, Türkiye daha rahat bir şekilde sorunlarını konuşmaya başladıkça, “çatışma çözümleri” tecrübesi, kısmen Amerika’dan ama özellikle Avrupa’dan akmaya başladı. Siyasetin, tarihin ve çatışmanın büyük ölçüde donduğu Kuzey Avrupa ülkelerinin, hem devlet hem de sivil toplum kuruluşları düzeyinde özel bir ilginin gösterildiği “arabuluculuk dünyası” üzerinden, ülkemize ve bölgemize taşınan tartışmaların ciddi bir etkisi de olmadı. Bir cenah İrlandasız, Güney Afrikasız konuşamazken; diğer cenah ise Sri Lankasız, Kolombiyasız “PKK’yı” konuşamaz olmuştu. Bu yönüyle “Türkiye’de(n)” PKK’yı ve Kürt meselesini konuşmanın tarihi de zannedildiğinden çok daha kısadır. Tüm çatışma dünyası, kavramsal seti, hikâyesi, referansları, krizi ve hepsinden önemlisi aktörleri farklı olan sorunlar üzerinden indirgeme yapma cesareti ancak sorunu, tarihini ve aktörleri sağlıklı tanıyamamakla açıklanabilir. Tam da bundan dolayıdır ki, 2013 çözüm süreci karşısında; ‘vuku bulanları ihtimallerle’, ‘mümkün olanı idealle’, ‘istisnayı kuralla’, ‘siyaseti hukukla’, ‘adaleti kanunla’, ‘kardeşliği eşitlikle’, ‘helalleşmeyi hesaplaşmayla’, ‘tövbeyi günah çıkarmayla’ ve ‘barışı kâr payları hesaplarıyla’ boğmaya çalışan liberal bir akıl ortalıkta dolanmaktadır. Oysa ‘Kürt meselesi tarihini konuşmayı’ ‘Kürt meselesi konuşmak’ zannedenler açısından biraz önce sıraladığımız karşıtlıklarının pek fazla bir anlamı olduğunun farkındayız.
CİSİMLER AYNADA GÖRÜNDÜĞÜNDEN DAHA YAKINDADIR!
Kürt meselesinin çözümüne dair koskoca bir literatür bulunuyor. İçeriğinden bağımsız bir şekilde hemen hepsinin sorunla yüzleşilmesinde belli bir katkı sağlamış olduğu muhakkak. Lakin sağladığı pozitif katkının yanında dev bir sorunun ortaya çıkışını da aynı literatür ve ideolojik kodları sağladı. Bahsettiğimiz şey ‘ila nihaiye devam edecek Kürt meselesi dünyasından’ başka bir şey değil. Soruna dair kafa yorduğunu farz edenlerin en az düşündükleri şey, bu sorunun ‘bir gün bitmesi’ ihtimaliydi. Bir kısmı özensizlikten ama büyük bir kısmı bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde sahip oldukları ‘siyasal teoloji’ marifetiyle yukarıdaki dünyayı inşa ettiler.
BARIŞA KARŞI TAVIR ALMAK
Oysa onlarca ‘Kürt isyanından’ bahsedenler tarihin ezici gücü karşısında bugün yaşanan sorunun nasıl hızla sıradan bir vakıaya dönüşebileceği ihtimaline de saygı göstermeliydiler. Üzerinde yaşadığımız topraklarda, tarihin dikiz aynalarından bakarak görmekte ısrar ettiğimiz her şeyin aslında uzak bir ihtimal olmadığını idrak etmemiz gerekirdi. Maalesef böyle olmadı. Barışın uzakta olduğuna ve hatta mümkün olmadığına dair tarih ve hayat dışı hurafeyi sivil ve devletlû aktörler elbirliğiyle inşa ettiler. Barışın ‘göründüğünden daha yakında olduğunu’ seslendirenleri de ya hain ilan ettiler ya da risk analizleriyle mahkûm. Bugün, 2013 barış süreci, yarın itibariyle çökse bile, beraberinde ‘yerlilik krizini aşamamış’ bütün unsurları da enkazına dâhil edeceğinden emin olabilirsiniz. Özellikle prosedür ve yasallık ekseninde dünyasını kurmuş olan çatışma çözümü müptelalarının, artık ete kemiğe bürünen sürecin sonuçlarından bağımsız bir şekilde, her şey heba bile olsa başladığımız yere dönemeyeceğimizi anlamaları gerekiyor. Nehrin yarısı geçilmiş durumda ve gelinen noktaya bugüne kadar ‘meseleye dair’ dillendirilen ezberlerin hele de çatışma çözümü prosedürlerinin neredeyse tamamı atlanarak ulaşılmış durumda.
Kabaca bir tek teknoloji kullanıldı: istisnayı tayin eden muktedir ‘aktör(ler)’, siyasetin farklı araçlar ve vesilelerle boğulmasına müsaade etmeyip sürecin akmasını sağladılar. Erdoğan on yıldır devam eden vesayetle mücadelesinin son bir buçuk yılında sürdürdüğü siyasi mühendislikle; Öcalan ise kararsızlıklarını ve muktedir iktidar odağı arayışlarını nihayete erdirerek çözümün önünü açmış oldular. Erdoğan’ın daha sonra vereceği ‘tarihi davete’ milletin bütün unsurlarını dâhil etmek için kullandığı farklı çağrılara faşizm diyecek kadar siyasal pragmatizmden nasibini almamış olanların, önümüzdeki süreci dışarıda iseler anlamaları, aktörlerin arasında iseler taşımaları uzun vadede mümkün değildir.
Bundan sonra olacak olanlar da yine ‘istisnalar’ üzerinden yürüyecek. ‘Resmi mühür ve imza’ ya hiç olmayacak ya da dikkate alınmayacak kadar az olacak. Bu topraklarda kan davaları sık sık yaşanır. Bazen birkaç nesli içine alacak şekilde yıllarca sürer. Lakin sonunda ‘bir kuzu kesilir, yenir ve helalleşilir!’. Liberal-sol siyasal akıl yıllarca süren kan davasının bir kuzu maliyetine nasıl bittiğini anlamayabilir. Hakikat komisyonları, uzman heyetler, güven artırıcı adımlar, yabancı arabulucular, yasal statüler, tazminatlar, güvenceler vs. olmadan bu işin nasıl olduğunu da anlamayabilirler. Hatta daha ileri gidip davalıların bir kuzuya tamah ettiğini bile söyleyebilirler. Lakin ‘barış yemeğine davet haberi’ hızla yayılmaktadır. Davet sahiplerinden ve davet edildikleri ‘yerden’ dolayı kimse ‘kuzuyu da’ sormamaktadır!
[Star Açık Görüş – 7 Nisan 2013]