Fırat Kalkanı Harekatı başladığında “Zor Oyunu Bozdu” manşetini atmıştık Kriter’e. Türkiye’nin müdahalesi neredeyse bütün aktörlerin oyunlarını bozdu. Suriye’den başlamak üzere bölgeyi şekillendirmek isteyen bütün aktörler Türkiye’nin oyun dışı kalacağı varsayımını esas almışlardı. Bunun için de ellerinden geleni artlarına koymadılar.
Türkiye’yi terör saldırıları, sokak kalkışmaları, siyaset mühendislikleri ve son olarak da kanlı bir darbe girişimiyle kuşatmaya kalktılar.
Son hamleleri ile açığa düştüler. Onların ifşa olduğu, Türkiye’nin ise yeniden diriliş imkanı bulduğu yeni bir süreç açıldı. 15 Temmuz 2016 şer odaklarının Türkiye’yi karanlığa gömmek için belirledikleri bir tarihti. Fakat bu tarih milletin uyanışı ve de şahlanışının sembolüne dönüştü.
Halk birleşti, özgüven kazandı. Millet ülkesini daha çok sahiplenmesi gerektiğini yaşayarak görmüş oldu. Millet-devlet ilişkisi yeniden tanımlandı. Devlet kurumsal bir dinamizm kazandı.
Türkiye, terör örgütleriyle kendi sınırları dışında ve kaynağında mücadele edebilme imkanı buldu. 15 Temmuz işgal girişiminin üzerinden 40 gün bile geçmeden Fırat Kalkanı Harekatı başlatıldı. Türkiye, sınırlarındaki DEAŞ varlığını temizledi, bu temizliği Suriye’nin güneyine, daha derine doğru yapmaya devam ediyor.
Türkiye, her şeyden önce DEAŞ’ın Suriye vasatında gerçekçi bir karşılığı olmadığını, o bölgenin iktidar ilişkilerini şekillendirmek isteyen şer güçlerinin yönlendirdiği suni bir aktör olduğunu göstermiş oldu. DEAŞ, Suriye’de her şeyden önce Esed rejimini düşmekten kurtaran bir aktördü. DEAŞ, Suriye’ye girdikten, daha doğrusu Suriye’de konuşlandırıldıktan sonra hiç kimse Esed rejiminin cürümlerini konuşamaz oldu. “Esed giderse DEAŞ gelir” propagandasıyla rejimin alanı genişletildi; yaptığı katliamlar, Suriye halkı ve insanlığa karşı işlediği suçlar örtbas edildi. “Esed rejimi sorunu” olarak başlayan Suriye sorunu “DEAŞ sorunu”na dönüşmüş oldu.
DEAŞ’ın varlığı sadece Esed rejimini değil bir başka şer aygıtının daha önünü açtı. PKK, DEAŞ sayesinde Suriye topraklarına yayılabildi. Suriye’nin kuzeyinde kendisine adeta bir egemenlik alanı bahşedildi. Kanlı bir geçmişe sahip bir terör örgütü meşrulaştırılmaya ve “radikal dinci bir terör örgütüne karşı savaşan seküler bir kurtuluş hareketi” gibi pazarlanmaya çalışıldı. ABD, PKK’nın Suriye’deki uzantılarına hem silah verdi hem de onları Türkiye karşısında güçlendirmek için elinden geleni yaptı.
Oyun Bozuldu
Evet, Türkiye Fırat Kalkanı Harekatı ile DEAŞ, Esed rejimi ve PKK’nın oyunlarını bozdu. Sadece devlet altı aktörlerin planları alt üst olmadı. Aynı zamanda Suriye’de ve Ortadoğu’da toprak ve kaynak bölüşümü kavgası içinde olan devletlerin planlarını da olumsuz etkiledi.
ABD’nin elinden “DEAŞ’a karşı mücadelede en etkili aktör YPG’dir” söylemi, dolayısıyla da hiçbir sıkıntı çekmeden PKK üzerinden Türkiye’yi köşeye sıkıştırma silahı alınmış oldu. Bunun yanında ABD’nin “Türkiye DEAŞ’la yeterince mücadele etmiyor” diyerek yürüttüğü Erdoğan karşıtı kampanyanın da zemini kalmamış oldu. Fakat bütün bunların ötesinde Suriye ve şimdi de Irak masasına oturtmak istemediği Türkiye’yi sürecin asli bir aktörü olarak muhatap almak zorunda kaldı.
PKK, Fırat’ın batısında bir varlık bulamayacağını gördü, nehrin doğusundaki varlığı nedeniyle de tedirginlik yaşamaya başladı. PKK’nın hayalini kurduğu terör koridoru ağır bir darbe almış oldu. PKK, Fırat Kalkanı Harekatı sonrasında Suriye’den Irak’a doğru genişlemek suretiyle Türkiye sınırında yeni bir koridor arayışına girdi. Musul operasyonunun oluşturduğu ortamda Telafer’e saldırmak için Sincar dağında fırsat kollayan PKK, yine Türkiye’nin oyuna dahil olmasıyla hesaplarını gözden geçirmek zorunda kaldı.
Romantik Beklenti
Fırat Kalkanı Harekatı sadece Suriye sınırlarındaki iktidar kavgasına değil Irak bağlamında yaşanan çekişmeleri de doğrudan etkiledi. Bu beklenmedik gelişme üzerine Musul operasyonu alelacele başlatıldı. Sahaya baktığımızda gördüğümüz şey, operasyonda yer alan tarafların her birinin ortak bir bahanesi olduğu ancak ortak bir amacının ise olmadığı. Dahası operasyonda yer alan yahut yer almak isteyen aktörlerin operasyonun kimler üzerinden yürütüleceği konusunda da herhangi bir fikir birliğine varmadıklarını görüyoruz.
Bunun en önemli nedeni ABD’deki başkanlık seçimleri. Obama yönetimi görevi bırakmadan önce Musul’da bir operasyon başlatmak ve “DEAŞ’a karşı bir başarı” elde etmek istiyor. Fakat bu romantik beklentiyi karşılayacak saha hazırlıkları da yok. Bunun nedeni DEAŞ’ın Irak’taki varlığının Suriye’dekinden daha karmaşık bir yapıda oluşu ve Musul’da DEAŞ’a karşı başlatılan operasyonun da örgüte karşı olmasının ötesinde bölgenin sosyo-politik ve sosyo-kültürel gerçekliklerine yönelik bir operasyon şeklinde yürütülmesi.
Türkiye ısrarla dışarıda bırakılmak istenmesine rağmen Musul operasyonuna dahil olacağını ifade etti ve dahil oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Musul konusunda açıkça “sahada da olacağız, masada da” söylemi Türkiye’nin kararlılığını gösterdi. Son üç yıldır “DEAŞ’la mücadele etmiyor” denilerek kuşatılmaya çalışılan Türkiye, Musul’da örgütle mücadelenin dışında tutulmak istendi. Neden? Çünkü Türkiye hem Musul’un DEAŞ’tan temizlenmesini hem de tarihsel, toplumsal ve kültürel gerçekliğinin zarar görmemesini, farklı terör örgütleri için yeni bir fırsat alanı haline gelmemesini ve etnik yahut mezhebi temelde yeni çatışma alanlarının ortaya çıkmamasını isteyen etkin tek güç.
İran, Türkiye’yi Irak’taki nüfuzu için ciddi bir tehdit olarak görüyor. Oysa asıl İran’ın Irak’taki yayılmacılığı bölge barışı açısından büyük bir tehdit. Ne gariptir ki ABD de Irak’taki İran yayılmacılığına ses çıkarmıyor, aksine hatırı sayılır bir süredir buna destek veriyor. Haşdi Şa’bi milisleri, Maliki’nin kurduğu Terörle Mücadele Birimi, Irak ordusunda yer alan ve İran etkisinde bulunan askeri güçler şu an itibarıyla Musul ve Telafer halkını düşman olarak telakki ediyorlar. Bunun anlamı çok açık. Eğer ki bu güçler Musul ve Telafer’e girerlerse o takdirde Sünni çoğunluğun yaşadığı bu şehirlerde güçlü bir ihmalle soykırım yaşanacaktır. Bu ise bölgede uzun dönemli nefret tohumlarının atılması ve yeni savaşlar için zeminlerin oluşması anlamına gelir.
Paradigma Değişimi
2002’den 2010 yılına kadar Türkiye’nin değişim hızı, çevresindeki değişim hızının çok ötesindeydi. 2010 sonrasında Arap devrimleriyle birlikte Türkiye’nin çevresinde yaşanmaya başlayan iniş çıkışlar, Türkiye’nin değişim hızının ötesine geçti. Ne var ki Türkiye’nin çevresinde yaşanan bu değişimler, Türkiye’de olduğu gibi istikrar, demokratikleşme ve normalleşmenin önünü açmadı; aksine parçalanma, kaos, çatışma ve bölünmenin zeminini oluşturdu. Türkiye o tarihten bugüne çevresinde yaşanan devasa değişimler ve parçalanmalarla yüzleşiyor. Suriye başta olmak üzere Türkiye’nin çevresinde yaşanan parçalanma süreci, Türkiye’nin doğal değişim seyrini yavaşlattı. Sadece çevrede yaşanan olumsuz gelişmelerin doğal yansımaları nedeniyle değil bizatihi uluslararası aktörlerin Türkiye’nin bu kaosun bir parçası olmak istemeleri nedeniyle oldu bu.
Türkiye’ye 2002 sonrasında paradigma değişimi yaşatan siyasi vizyon 2010’dan itibaren ortadan kaldırılmak istendi. Bu vizyonun temsilcisi olarak görülen Erdoğan, önce yoğun bir kara propagandaya ardından siyasi operasyonlara maruz kaldı. Türkiye bir yandan bu operasyonlarla boğuşurken öte yandan çevresindeki negatif gelişmelerin etkilerinden korunmaya çalıştı. Bu süreç devam ediyor, edecek. Fakat bu süreçte Türkiye açısından en önemli gelişme toplumun farkındalığı ve siyasi bilincinin artması oldu. Türkiye toplumu ülkesi, devleti ve Cumhurbaşkanı’nın ne tür siyasal operasyonlara tabi tutulduğunu bugün itibarıyla çok daha net görüyor.
Türkiye bu zorlu süreçte bir yandan kendi içindeki dönüşümünü tamamlamak diğer yandan çevresinden kaynaklanan sorunlarla yüzleşmek öte yandan da uluslararası şer odaklarının operasyonlarına karşı direnmek zorunda.
Neden Başkanlık Sistemi?
15 Temmuz sonrasında Türkiye 2010 öncesindeki değişim hızına geri dönebildi. Toplumsal birlik ortamı ve güçlü liderlik bunu sağlayan en önemli dinamik konumunda.
Ne var ki hiç vakit kaybetmeden Türkiye’nin kendi içinde ekonomik büyüme, toplumsal refah, birlik ruhu, demokratikleşme ve normalleşmesini temin edecek yapısal adımlara da ihtiyacı var.
Bu bağlamda yönetim kültürümüzü işlevsel ve demokratik bir çerçeveye büründürecek yeni bir anayasa yapımı ve yeni bir hükümet sisteminin inşasına ihtiyacımız var. Meclis yeni dönemde bu dönüşümün sağlanabilmesi adına yoğun mesai yapacak. AK Parti hazırladığı teklifi Meclis Genel Kurulu’na getirecek. MHP bu dönüşüm sürecine katkı vereceğini ifade ediyor. Ne yazık ki CHP, üzerindeki “ana muhalefet partisi” etiketine rağmen tartışmanın içeriğine girmeyi reddediyor, HDP’nin kuyruğuna takılıp gitmeyi tercih ediyor. Birlikte uluslararası şer odaklarının aklıyla üretilen “Seni başkan yaptırmayacağız” kampanyasını inatla sürdürüyorlar.
Türkiye için başkanlık sisteminin anlamını çok konuştuk, çok tartıştık. Türkiye’nin istikrarı, hızlı karar alabilen bir yönetim yapısı, halkın doğrudan kendi liderini seçebilmesi ve sağlıklı bir kuvvetler ayrılığı için bu sisteme ihtiyacımız var.Aksi takdirde Türkiye’nin er ya da geç yeni darbe girişimleri ya da yargı operasyonlarına maruz kalması kaçınılmaz. Böylesi bir coğrafyada, bu ülkenin istikrarsız bir siyasi ortama sahip olması demek, yeni güvenlik sorunları ve terör örgütlerinin yeni kalkışma hamlelerine açık olması anlamına gelmekte. 7 Haziran–1 Kasım 2015 tarihleri arasındaki zaman dilimi Türkiye için çok öğretici oldu. Bu ülkeyi bir daha böylesi operasyonların muhatabı kılmamak bizim, bu ülkenin gerçek sahiplerinin elinde…
[Kriter, 1 Kasım 2016].