TÜRK dış politikasının en karmaşık sorunlarından biri, İsrail ile ilişkilerin düzenlenmesi olageldi. Kurulduğunda İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, bir süre sonra ilişkileri maslahatgüzar düzeyine indirmekte beis görmedi. İnişli-çıkışlı bir seyir izleyen ilişkiler, 1990’larda “stratejik” olarak tanımlanırken, 2000’ler kriz dönemi oldu. Zamanın başbakanı Bülent Ecevit’in İsrail’in Nisan 2002’deki Batı Şeria’ya yönelik Koruyucu Kalkan Operasyonu ve Cenin Kampı’ndaki katliamı için “soykırım” ifadesini kullanması, kriz döneminin başlangıcıydı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Mart 2004’te Hamas’ın manevi lideri Şeyh Ahmed Yasin’in katledilmesine verdiği tepki, sonrasında Hamas lideri Halid Meşal’in Şubat 2006’daki Türkiye ziyareti, krizi daha da tırmandırdı.
Türkiye’nin 2007-2008’de Suriye ile İsrail arasındaki dolaylı barış görüşmelerine aracılık etmesi ilişkileri düzeltti. Ancak İsrail’in, -tüm vaatlerinin aksine- görüşmeler sürerken Dökme Kurşun Operasyonu’yla Gazze’ye hedef gözetmeksizin saldırması sonrasında Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta gösterdiği tarihî tepki, ilişkilerdeki krizin yapısallaşmasına yol açtı. Aralık 2008’den beri Türkiye gerilimin düşmesine izin vermeyerek İsrail üzerinde berdevam bir baskı kurarken, İsrail de Türkiye üzerindeki kozlarını kullanmaya çalışıyor. Ocak ayında İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon’un Tel Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol’u makamına çağırarak aşağılaması ise bu gerilimin son perdesi oldu.
Gelinen noktayı daha iyi değerlendirebilmek için Türkiye-İsrail ilişkilerinin genel seyrine dair bazı tespitlerde bulunmak gerekiyor. Öncelikle, mezkûr ilişkiler istikrarlı bir seyir izlemekten uzaktır, dönemsel değişimlere uğrar. İkincisi, daha önce Ecevit’in “soykırım” ifadesi ya da 12 Eylül yönetimi tarafından diplomatik temsilin, İsrail’in Kudüs’ü “ebedi ve bölünmez başkenti” olarak ilan etmesinin ardından maslahatgüzarlık seviyesinin dahi aşağısına çekilmesi, Türkiye’nin İsrail politikasının siyasi bir tavır değil, devlet tavrı olduğunun göstergesidir. Üçüncüsü, Türkiye-İsrail ilişkileri, ikili değil üçlü bir karakter taşır: Türkiye-İsrail-ABD. ABD’nin konuya dahli, sadece İsrail lobisinin Ermeni soykırım iddialarına karşı Türkiye’nin pozisyonunu desteklemesine indirgenemez. Aksine ABD’nin kendi siyasal sisteminden dolayı, Ortadoğu politikalarının İsrail parantezinden çıkartılması son derece zordur. Bu, Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinde her zaman ABD’nin tavrını hesap ettiği ve ciddiye aldığı anlamına gelmektedir. Türkiye-İsrail ilişkilerinin stratejik düzeye taşınmasının Washington’da planlandığı gerçeği durumun önemini göstermektedir. Davos: Yapısal Kırılma Erdoğan’ın Davos’ta koyduğu tavır, Türkiye-İsrail ilişkilerinde bugüne kadarki en radikal kırılmadır. Zaman geçtikçe Erdoğan’ın tavrının ani bir çıkış değil, yapısal bir dönüşümün başlangıç noktası olduğu ortaya çıkıyor. Davos’u müteakip sürdürülen bu eleştirel tavır, Türkiye’nin İsrail’i artık değil stratejik ortak, imtiyazlı ortak olarak bile görmediği anlamına geliyor. Davos tavrı aslında İsrail’i sıradan, alelade bir bölge ülkesi haline getirdi. Bölgede imtiyazlı bir hayat süren İsrail’i tahtından indirdi ve diğer ülkelerle aynı ontolojik düzeye çekti. İsrail de artık kendisine tavır konulabilen, yaptırım uygulanabilen, açıktan eleştirilebilen ve en önemlisi bu tavrın sürdürülebildiği ülkeler sınıfına dâhil oldu. İsrail durumu okumaktan aciz olsa da ilişkilerdeki bu yapısal değişimin çok önemli nedenleri var. Değer-Eksenli Realizmin Uygulaması Davos tavrı ve beraberinde Türkiye’nin geliştirdiği dil, İsrail’in politikalarının meşruiyet zeminini uluslararası siyaset düzeyinde dahi sorgulanır hale getirdi. Davos sonrası dönemde Türkiye, İsrail ile ilişkisini, İsrail’in son derece aşina ve püskürtmekte usta olduğu kategorik tavırlara değil, ilkelere bağladı. İsrail halkı ile sorunu bulunmadığını açıkça dile getiren Türkiye, ilişkilerin gelişmesini barış sürecine, Gazze’deki insani durumun düzeltilmesine ve yerleşimciler konusunda adım atılmasına endeksledi. Bu tavır, kendisine yöneltilen her eleştiriyi antisemitik olarak değerlendiren İsrail’in elini kolunu bağladı. Dış politikada “değer-eksenli realizm”in en açık örneği burada sergilendi. Türkiye’nin tavrı bir yandan barış, insan hakları, adalet gibi evrensel değerlere, diğer yandan somut birtakım gelişmelere endekslenerek, salt değer eksenli davranmaktan kaynaklanan kategorizmin kısırlaştırıcı etkisinden kurtulundu. İşte bu evrensel değer sisteminin, somut gelişmelere bağlı olarak kendini mütemadiyen yenilemesi suretiyle, değerler dünyasının soyutlaştırarak yok eden ilkeciliğinden kurtulması, tam da “değer-eksenli realizmi” tanımlıyor. Bugün Türkiye’nin en önemli kazanımı da kendi geliştirdiği bu özgün tavırdır. İsrail Sıradanlaşıyor Bu dinamik, üretken ve pragmatist siyaset, İsrail’in metafizik gözbağcılığını adeta darmadağın ediyor. İsrail’e düştüğü durumdan kurtulma yolunu göstererek, krizin sorumluluğunu ona yöneltiyor. Türkiye gibi, ABD’nin de İsrail’e verilen yardımın kesilebileceğini ya da şartlara bağlanabileceğini gündeme getirmesiyle artık Tel Aviv, tavırlarını değiştirmediği sürece diğer ülkeler gibi ambargo, yaptırım, müzakere vs. mekanizmalarına maruz kalabileceğini görüyor. İşte bu tavır İsrail’in imtiyazını yok eden, metafiziğini dağıtan, onu sıradanlaştıran başlıca etken. Ayalon’un aşağılaması, Erdoğan’ın sakin cevabı, Davutoğlu’nun ilişkilerin düzelmesi için özür şartı ve daha önce ortaya konulan şartları tekrarı, İsrail’in Türkiye’nin tavrını anlamadığını, Türkiye’ninse tavrında ısrarcı olduğunu gösteriyor. Tepkiler ve Riskler İsrail’in bu tavra “eksen kayması” tartışması ile cevap vermesi, gerek ABD’de gerekse Türkiye’de kendisine yakın çevreler üzerinden iç siyasete müdahale teşebbüsünde bulunarak, Türkiye’nin siyasi fay hatlarında operasyona kalkışması, sorunun İsrail’in iç siyasetiyle değil, devlet siyasetiyle alakalı olduğunu gösteriyor. İsrail devlet olarak davranabiliyor, ancak bölgenin değişen güvenlik mimarisini anlayamıyor. İsrail hâlâ kendisinden boşalan yerin Türkiye tarafından doldurulduğunu, bunun da basitçe izin verme ya da izin alma ilişkisiyle değil, Türkiye’nin büyüyen ekonomisi, insan kaynağı, diplomasisi ile gerçekleştiğini göremiyor. Zira komşusuyla kavgalı bir Türkiye ile komşularıyla barışık bir Türkiye’nin İsrail’le ilişkisi, iktidarda kim olursa olsun aynı kalamazdı. Türkiye’nin şu anki politikasının sürdürülebilirliği ise birkaç etkene bağlı: Türkiye’nin, mali durumunun kötüye gitmemesi, iç siyasette istikrarın devam ederek yapısallaşması, “değer eksenli realizm”den taviz vermemesi; Obama yönetiminde, İsrail konusunda tavrın nasıl olacağı tartışmasında George Mitchell’e yakın realistlerin başarıya ulaşması ya da en azından Türkiye’nin tavrından rahatsız olan kesimlerin Ortadoğu siyasetinde karar verici konumuna gelmemesi. Zira bu risk faktörleri gerçekleştiği oranda mevcut tavrı sürdürmek son derece maliyetli olacaktır.