Geçtiğimiz hafta Galler’de yapılan NATO liderler zirvesinin en temel sonuçlarından bir tanesi IŞİD’e karşı ortak mücadele için bir grubun kurulması ve bu çerçevede artık her geçen gün büyüyen IŞİD sorununa uluslararası boyutta çare bulmaya çalışmaktı. Bu durum batı açısından olayın ciddiyetine dair önemli bir adım olsa da aslında Batılı devletlerin IŞİD meselesini ne kadar derinlikli anladıkları konusunda hala soru işaretleri var. Gerçek anlamda IŞİD sorununu anlamak için bölgesel siyasette yaşanan gelişmelere yönelik Batının politikası yanında İslami siyasetteki dönüşümü iyi anlamak gerekir.
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki IŞİD meselesini basit bir güvenlik ya da bir radikal grubun kendi başına buyruk hareket etmesi olarak algılamak olayı son derece basitleştirmek olur. IŞİD meselesi son bir yıldır ortaya çıkan bir sorun olsa da köklerini 11 Eylül saldırıları sonrasında Batının genel politikalarından ve en önemlisi de Batılı devletlerin Arap Baharı sürecinde izledikleri politikadan ayırmak mümkün değildir.
POLİTİK SÜREÇ ANALİZİ
2010 Aralık ayında Tunus’ta başlayan Arap Baharı süreci aslında çok ciddi bir fırsatın önünü açmıştı. Bu fırsat en temelde radikal ve selefi grupların yavaş yavaş siyaset içine çekilmesiydi. Mısır’da aktif bir şekilde başlayan bu süreç sonraları yavaş yavaş Tunus ve diğer ülkelerde kendini gösterme potansiyeline sahipti. Fakat 3 Temmuz 2013 Mısır askeri darbesi ve sonrasında yaşanan Arap Baharını geriye götürme süreçleri ve bu konuda Batının açık desteği Ortadoğu’daki radikal ve selefi grupların siyasete inançlarını tekrardan yitirmesine yol açtı. Yıllardır onların en temel argümanı siyasal anlamda kendi istedikleri şekilde etki güçlerinin siyasal mekanizmaya yansımaması ve şiddet dışında neredeyse başka çıkar yollarının kalmadığıydı. Dolayısıyla IŞİD fenomeni bu açıdan bakılınca Batılı devletlerin son birkaç yıldır izledikleri ikircikli ve ilkesiz politikanın doğal bir sonucudur. Aslına bakılırsa IŞİD gerek takip ettiği sembolik siyaset gerekse aktif sosyal medya ve internet kullanımı açısından son derece Batılı bir çerçevede Batıya mesaj vermektedir. Öldürülen gazeteciler James Foley ve Steven Sotloff’un üzerlerine giydirilen turuncu elbiselerden tutun da mesajların veriliş tarzına kadar herşey son derece profesyonel ve doğrudan 11 Eylül sonrası yaşananlara referans vermektedir. Bu anlamda eğer Batı gerçekten IŞİD fenomenini çözmek istiyorsa özellikle Ortadoğu’ya yönelik bazı politikalarını ciddi şekilde gözden geçirmelidir. Bu tür bir yeniden bakış açısı gelişmediği müddetçe Batı ancak 11 Eylül sonrası uyguladığı şiddete karşı şiddet politikasını takip edecek ve bu da ancak daha fazla şiddetle sonuçlanacaktır.
Batı için bu tür bir yeni bakış açısının oluşmasındaki en büyük engel Batının bölgedeki partnerleri olan ülkeler ve liderlerinin Batıya Batıdan daha çok destek vermeleridir. Bilgi kaynağı olarak kendi meşruiyeti sağlam olmadığı için Batıya güvenmekten başka çaresi olmayan devletler olunca ister istemez Batının kendi politikalarını meşrulaştırması da daha kolay olmaktadır. Geçen hafta içinde bir vesileyle Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte eş başkanı olduğu Terörle Mücadele Küresel Forumu’nun bu tür konuların konuşulduğu bir toplantısı için Abu Dhabi’deydim. Gerek bu toplantıda ülkelerin IŞİD sorununa karşı yaptığı analizler ve gerekse bu konudaki çözüm önerileri Batılı ve yerel birçok devletin halen olayı güvenlik merkezli olarak düşündüğünü net bir şekilde ortaya koyuyor. IŞİD sorununun hala ekonomik geri kalmışlık ve eğitim eksikliği boyutundan ele alan yaklaşımların halen bu tür toplantılarda ana konuymuş gibi konuşulması ve bu çerçeveden çözüm üretilmeye çalışmaları ne bölgesel siyasetin ne de IŞİD meselesinin doğru anlaşıldığını gösteriyor. Yapılan birçok araştırmanın da gösterdiği gibi IŞİD’e katılanlar hem maddi anlamda hem de eğitim anlamında tahmin edilenden çok daha iyi durumdalar. Dolayısıyla olayı ekonomik durum eksenine indirgemek aslında olayın hala fildişi kulelerinden okunduğunun en temel göstergesidir.
İSLAMİ SİYASETİ YENİLEMEK
IŞİD meselesinin ikinci boyutu doğrudan İslam dünyasında yaşanan genel gidişatla alakalıdır. Malum olduğu üzere İslam dünyası artık büyük oranda tarikat ve cemaat türü dini yapılanmaların çözüldüğü bir süreçten geçiyor. Artık geleneksel anlamda olduğu gibi insanların hem zihnine hem de gönlüne birlikte hitap eden dini yapılanmalar ya yok; ya da var olanlar en azından yirmi birinci yüzyıl gençliğine hitap etmiyor. İşte bu yüzden duruşuyla sert ve net olan selefi örgütlenmeler hem gençlere daha hoş ve sağlıklı geliyor hem de Selefilerin birkaç ayette dünyanın bütün sorunlarını çözen ve analiz eden keskin yaklaşımları daha çekici geliyor. Bu durum hem İslam’a yeni giren insanlar için hem de İslam dünyasında genel anlamda net duruşu olan yapılanmalar olmadığı için gençlere daha çekici ve anlamlı geliyor.
Bu açıdan bakıldığında IŞİD ya da benzeri yapılanmaların önünü kesmek ve etki alanlarını daraltmak için geleneksel güvenlikpolitikaları yanında ciddi bir sosyal politikanın geliştirilmesi gerekir. İslam dünyasında belki de dini yapılanmaların ve tarikat türü yumuşak örgütlenmelerin önünü açacak hamleler artık bir tercih değil zorunluluktur. Kendi gençlerini bile radikal hareketlere kaptıran ve bir anda bin yıldan fazla dini birikimi bir kenara atan yaklaşım artık İslam dünyası için üzerinde durulması gereken en temel meselelerden birisidir. Bu çerçevede Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yeni hükümette doğrudan Başbakan’a bağlanması önemli biradım olmakla beraber, Diyanet’in rolünün Mısır’daki El-Ezher Şeyhinin statüsünde olduğu gibi devlet başkanı statüsüne kavuşturulması ve yapacağı aktiviteleri biraz da siyaset dışında kendi mecrasında yapıyor havasının verilmesi önümüzdeki dönemde çok daha önem kazanacaktır.
İslam dünyasında siyaset ne kadar dini kendi tahakküm altına almaya çalıştıysa bu her anlamda ters tepmiş bulunmaktadır. Devlet mekanizmasında İslam’a yer vermeyen siyasi yapılanmaların ne türlü zorluklarla ve sorunlarla karşılaştıklarının en güzel örnekleri Türkiye, Mısır ve İran’ın son yüzyıldaki siyasi tarihinde net bir şekilde bulunabilir. Fakat artık sorun sadece İslam’ın bir din olarak devlet nezdinde saygınlık kazanması değil, devletin doğası gereği müdahale edemediği (ve etmemesi gerektiği) alanlarda dinin kendi otonom yapısına yeniden kavuşturulmasıdır. Bu durum siyasal anlamda gücü elinde bulunduran İslami hareket kökenli siyasi partiler için de ciddi bir testtir. Maalesef artık iktidara gelmiş dini hareketler yeni nesil tarafından ne eskisi gibi radikal görünmekte ne de artık eskiden olduğu gibi onların zihnine ve beynine aynı anda hitap etmektedir. Bu durum artık din-siyaset-toplum denkleminin yeniden ve radikal bir şekilde yeniden düşünülmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Tüm bu açılardan bakılınca IŞİD meselesinin Batıyı doğrudan ilgilendiren fakat bir o kadar da Müslümanları ilgilendiren boyutu bulunmaktadır. Kuşkusuz Müslümanları ilgilendiren bu boyutu İslami siyasette yeni bir alanda -sosyal- yeniden yapılanmaya işaret etmektedir. Bu yeniden yapılanma süreci önceleri doğal olarak zaten var kabul edilen bir süreç üzerine yeniden ve derinlikli olarak düşünmeyi gerektirmekte ve bu boyutuyla da İslami siyaseti bekleyen en büyük sorunlardan birisi olarak karşımızda durmaktadır.
[Star Açık Görüş, 14 Eylül 2014]