Arap Baharı'nın getirdiği değişim rüzgârının Türk dış politikasını hangi sulara götürdüğü bugünlerde yoğun olarak tartışılmakta. Başta Washington olmak üzere Batı başkentlerinde Türkiye'nin Libya müdahalesindeki işbirliği, NATO füze radar sisteminin yerleştirilmesinin kabulü ve Suriye'ye baskı uygulaması "eksen kayması" tartışmasının üstünü örttü. Aynı zamanda, birçok uzman komşularla sıfır sorun arayışının bittiğine ve Türkiye'nin etrafında güvenlik ve istikrar açısından daha sorunlu bir bölgenin ortaya çıktığına işaret etmekte. İlginç olan, farklı siyasal pozisyonların AK Parti Hükümetinin son dönem Suriye ve İran dış politikasının yönü noktasında ortak bir kanaatte birleşmeleridir. Bu bağlamda Arap devrimlerinin yeniden şekillendirdiği Ortadoğu'da Türkiye ve ABD'nin perspektiflerinin örtüştüğü ve ilişkilerin "altın çağını" yaşadığı tespiti sıklıkla gündeme gelmektedir. 2011 sonunda Irak'tan çekilecek ABD'nin Başkan yardımcısı Biden'ın Başbakan Erdoğan'ı ziyareti ve görüşmeden aktardığı samimi izlenimler bu ilişkinin mahiyetini gösteren birçok örnekten sadece biri.
TÜRKİYE-ABD YAKINLAŞMASI
Arap devrimlerinin getirdiği Türkiye-ABD yakınlaşmasını ele alan ilk pozisyon, İran'a karşı güçlenmesi arzu edilen bölgesel güç olarak Türkiye'nin "meta bir tercih" yaparak geleneksel Batı ittifakı limanına demirlemesi gerektiğini iddia etmektedir. Bu iddia Türkiye'nin yeni dönemdeki kazanımlarının akacağı mecrayı garanti altına almaya dönük bir iddiadır. Bu yaklaşıma göre, Türkiye nasıl ki 1950'lerin ikinci yarısından sonra DP öncülüğünde Ortadoğu'da aktivitist bir tutum takınmış ve bu aktivizmini de Batı ittifakının menfaatlerine endekslemişse, şimdi de benzer bir politika ortaya konmalıdır. Bu çerçevede Türkiye'nin komşularındaki çatışma, istikrarsızlık ve güvenlik sorunlarını Batı ittifakı menfaatleri doğrultusunda ele alması yapısal bir zorunluluk olarak sunulmaktadır. Bununla birlikte, bu pozisyonun dikkat çeken bir özelliği de dönemin ruhuna uygun olarak bölge halkı ile organik bağları olan AK Parti yönetimine Türkiye modelinin ve özgüveninin sınırlarını hatırlatması, bu özgüvenin açmazlarını göstermeye çalışmasıdır. Bu süreçte en fazla altı çizilen iki nokta, Arap Dünyasının tabii liderinin Mısır olduğu ve Türkiye'nin çevresindeki "sorunlu ülkeler" için demokratikleşmeyi teşvik eden bir dış politika vizyonunu ABD ve Avrupa olmadan hayata geçiremeyeceğidir. Bu pozisyonun, ilk etapta karşısında konuşlandırılabilecek bir diğer pozisyon ise, ABD ve İngiltere'nin Türkiye'ye gösterdiği teveccühü "yeni emperyal oyun"un bir uzantısı olarak görmekte ve Türkiye'nin bu oyunun parçası olmaması gerektiği uyarısını yapmaktadır. Bu çerçevede mezkûr ülkelerle yapılacak bir işbirliğinin Türkiye'yi bölgeye yabancılaştıracağı uyarısında bulunulmakta ve bunun maliyetinin taşınamaz olacağı hatırlatılmaktadır. Yine İsrail sorunu etrafında bölgedeki adaletsiz yapıya dikkat çeken AK Parti Hükümetinin bölgedeki ideolojik yumuşak gücünü zayıflatmasından korkulmaktadır. Birbirine ters bu iki pozisyonun buluştuğu nokta, her ikisinin de Türkiye'nin yeni Ortadoğu politikasının özerkliğini ve dış politika yapıcılarının kimlik tercihlerini gündeme taşıyor oluşlarıdır. Bu meyanda cevabı aranan soru, "Yeni Türkiye"nin yeni Ortadoğu'da kimin sesi olacağı, bir başka deyişle kazanımların kimin hanesine yazılacağıdır? Arap Baharı öncesinde dış politikanın kurucu söylemlerinden biri olarak karşımıza çıkan "komşularla sıfır sorun politikası" öncelikle özerklik iddiası taşımaktaydı. 2003 Irak işgali öncesi Irak'a komşu ülkeler toplantıları ile ilk emareleri görülen bu tercih son 9 yılda giderek güçlendi. Oysa Tunus'la başlayan değişim hareketinin Suriye durağında yaşananlar son aylarda Türkiye'nin dış politikasında yeni bir eğilimi ortaya çıkardı. Bölgedeki demokratikleşme perspektifine sahip çıkan bu yeni eğilimi kontrollü gerilim politikası şeklinde isimlendirebilmek mümkündür. Suriye örneğinde görülebileceği gibi otoriter komşu yönetimlere sert tavırlar koyarak risk alan bu "gerilim siyaseti" özerk dış politika arayışının yeni bir yansımasıdır. Tam da bu nedenle, Türkiye'nin ABD'nin bölgedeki planlarına uygun olarak Suriye'deki rejime karşı kampanya yürüttüğü tezinin, son on yılın dış politikasının ilkelerini ve pratiklerini gözden kaçırdığını iddia etmek mümkündür. Aynı şekilde İran ile yakın bir gelecekte bu yüzden sorun ve çatışma ortamına sürüklenileceği tezi de isabetli değildir. Bununla birlikte İsrail'le olduğu gibi, İran'la da bahsettiğimiz özerk dış politika menfaatleri bağlamında kontrollü gerilimlerin yaşanması da kuvvetle muhtemeldir. Füze radar sisteminin kurulması ve Suriye'ye uygulanan yaptırımlar İran'ı rahatsız etse de Türkiye ve İran arasındaki derin ekonomik ilişkiler ve karmaşık stratejik dengeler bu gerilimlerin kontrol altında tutulacağını düşündürmektedir.
Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki yeni eğilimin yaratacağı kazanımların kimin hanesine yazılacağı kaygı uyandırmakta ve bu da dış politikada özerkliğin yitirileceği korkusu üretmektedir. Hâlbuki daha önce de ABD'nin Büyük Ortadoğu politikasına hizmet etmekle suçlanan AK Parti Hükümeti, Türkiye'nin milli menfaatleri çerçevesinde Batı ile ters düşebildiğini göstermiştir. Arap Baharı ile birlikte, bölgemizde Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzenin yerinden oynadığı gün gibi aşikârdır. Bu yeni ortamda Türkiye'nin İran'ın Şii siyasetinin karşısında "Sünni dünyanın sekter koruyuculuğu"nu üstlenmesinin getireceği kutuplaşmanın tehlikeleri ortadadır ve bu durum hükümet çevreleri tarafından gayet iyi bilinmektedir. Söz konusu kutuplaşmanın derinleşmesi ve Türkiye'nin "Sünni dünyanın sekter koruyuculuğu"na soyunması eski-yeni sömürgeci güçleri ve İsrail'i ziyadesiyle memnun edecektir. Ortadoğu'daki düzeninin bizzat bölge ülkeleri tarafından kurulmasını isteyen Türkiye, kendi özerkliğini artıracak yeni bir dengenin peşindedir ve denkleme eklenen yeni unsur demokratikleşme perspektifidir.
ASIL MEYDAN OKUMA
Bu noktada asıl kritik olan Türkiye'nin bu yeni demokratikleştirme misyonu ile birlikte ortaya çıkacak sıkıntıları nasıl yöneteceğidir. Demokratikleşme bölgede zamanın ruhudur, bu doğru. Ancak otoriter yönetimlerin dönüşmesinin ne kadar kanlı olduğu da bir diğer doğru tespit. Arap Birliği ile koordineli olarak Suriye'ye ekonomik yaptırım uygulayan Türkiye uzun süredir ilk defa sert gücünü göstermektedir. Ne var ki Arap Baharı öncesinde Türk dış politikasında demokratikleşme konusuna gerekli ilginin gösterilmediği, bölgeye yönelik ekonomik entegrasyon arayışının ve yumuşak bir reform çağrısının ötesine geçilemediği belirtilmelidir. Gelinen noktada, demokratikleştirme gündemi Türk dış politikasında Amerikan dış politikasından bile daha öncelikli bir konuma sahiptir. Kritik soru, hegemon bir aktör olarak ABD'nin sert ve yumuşak gücüne rağmen başaramadığı hedefi Türkiye'nin gerçekleştirip, gerçekleştiremeyeceğidir. Sorunun cevabını Esed rejiminin düşüş hikâyesinin yazılacağı günlerde alacağız. İki muhtemel durum var: Ya Türkiye, bölgede farklı kesimlere aynı anda ilham veren modellik konumunun yumuşak gücünü, büyüsünü kaybedecek ya da ekonomik kalkınma ve yerleşik demokrasi performansıyla bu konumu pekiştirebilir.