Türkiye'de yaşayanlar olarak tüm ideolojilerden ve kimliklerden soyunsak geriye ne kalır? Bu soruyu kendime sorduğumda aklıma merhum Cemil Meriç'in "bu ülke" tanımlaması gelir.
"Bu ülke" ortak bir coğrafyaya, kadere ve hissiyata ait olmanın en güzel tabiri bence. Statükocuların eline bırakılamayacak kadar kıymetli... Yerli ve milli olmanın en kapsayıcı hali... Hem özgün ve onurlu hem de herkese açık...
Türkiye'de ne zaman yerlilik, millilik konusu gündeme gelse kritik bir süreçten geçtiğimizi düşünürüm. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Yenikapı mitinginde "yerli ve milli 550 milletvekili istiyorum" cümlesi de aynı hissi verdi. Zira yerlilik çağrısı ile birliktelik ve aidiyet duygusunun canlandırılması amaçlanır.
Ne zaman ihtiyaç duyulur yerlilik arayışına? Siyasi rekabetin ülkenin menfaatlerinin önüne geçtiği düşünülen zamanlarda... Var olma krizinin ya da dönüşümün sancısının yoğunlaştığı dönemlerde...
Sözgelimi 1990'larda yerlilik tartışması krizlerle boğuşan Türkiye'nin varlığını ve bütünlüğünü koruma kaygılarının derinleşmesiyle ilgiliydi. Bugün ise Türkiye'deki elitin iktidar kavgasının son iki yılda iyice sertleşmesiyle irtibatlı.
Kürt milliyetçilerinin, Gülen Hareketinin ve Doğan medyasının AK Parti karşıtlığında birleşirken yürüttükleri siyaset temel bir zorunluluğu zedeliyor: her şeyde ve her zaman "bu ülkeyi öncelemek." AK Parti'ye yarar diye terörü lanetlememek bahsettiğim önceliğin ihlaline bir örnek. NATO'yu Türkiye'nin iktidarına müdahaleye çağırmak da bir diğeri...
Bu yönüyle elit kavgası Türkiye'yi uluslararası iktidar oyunlarına karşı kırılgan hale getiriyor. Bu ülkenin "etkin aktör" olma gayretini sıkıntıya sokuyor.
Evet kavga büyük... AK Parti gerçekleştirdiği dönüşümü kurumsallaştırmak istiyor. Muhalifleri ise restorasyon ve AK Parti'yi tasfiye niyetinde. Sorun şu ki, elitin "yerlilik" sınırını aşan kavgası uluslararası aktörlerin Türkiye'yi baskılamasına imkân tanıyor.
Günümüzde uluslararası sistemde etkin rol oynayan devletlerin konumuna baktığımızda iki boyut öne çıkar. İlki, içte aidiyetin ve birliktelik duygusunun güçlü olması; ikincisi ise uluslararası sistemdeki aktörlerle kendi milli menfaatlerine uygun koalisyon ilişkileri içinde olması. Bu iki boyut arasındaki ahenk de ülkelerin ekonomik, beşeri ve coğrafi sermayelerini güce dönüştürmelerini mümkün kılar. Küresel bir dünyanın karşılıklı bağımlılığı bir realite ise de demokratik ya da değil hiçbir devlet kendini şekillendirecek uluslararası bir baskıdan hoşlanmaz. İç siyasetteki stratejik elit gruplarının dış bağlantılar sayesinde ülkenin gidişatını değiştirmeye çalışmasını da kabullenmez.
Konu da ister insan hakları ister güvenlik olsun.
ABD, Rusya, Almanya, Fransa, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin dış politika konularında ya da milli güvenliklerine yönelik tehditlerde iç kamuoyunda nasıl bir tesanüt gösterdiklerini biliyoruz. Zira sistem içinde etkin aktör olmanın vazgeçilmezi bir ülkenin kendi kaderini tayinde sahip olduğu göreceli otonomiye sahip çıkmasıdır.
Türkiye, AK Parti döneminde uluslararası sistemde etkin bir aktör olma iradesi ortaya koydu. Bu iddianın gerçekleştirilmesinin hiç de kolay olmadığını baştan teslim etmeliyiz. Zira AK Parti hem vesayetçi Kemalist yapıyı dönüştürmek zorundaydı. Hem de yerine demokratik, milli ve yerli bir iktidarı tesis etmek durumundaydı.
Bütün bu çaba Arap isyanlarının bölgeye getirdiği kaos ve güvensizlik ortamında başarıya ulaşmalıydı. Türkiye uluslararası sistemde bir üst lige çıkmayı başardı ancak "ciddi bir maliyet" eşliğinde.
İç siyasetin bazı stratejik aktörleri "amansız" AK Parti nefretine gark olarak yerliliklerini kaybediyor. Kimler bunlar? NATO'yu, AGİT'i göreve çağıranlar.
Yeni ve eski garpzedeler...
[Sabah, 2 Ekim 2015]