Kürt meselesini doğuran asıl unsurun Cumhuriyet’in farklı etnik unsurlarını, asimilasyondan entegrasyona uzanan bütün mümkün dönüştürme formlarıyla, Türklük potasında eritme politikası olduğuna şüphe yok. Dar bir ulusçuluk yorumuyla tanımlanan Türklüğün bir parçası olmayı kabullenmeye dayalı vatandaşlık rejiminin, Kürtlerin etnik ve siyasi kimlikleriyle varlıklarını sürdürmeye izin vermemesi, Kürt meselesinin özünü oluşturuyor. Bu çerçevede, vatandaşlık rejimi, devlet ile birey arasındaki hukuki bağın niteliğini tanımlıyorsa, Kürt meselesi bağlamında sorunun genel anlamıyla hukuki bir sorun olduğu söylenebilir.
Soru şu: Sorun esasında, Cumhuriyet’in vatandaşlık rejiminden kaynaklanan hukuki bir sorunsa, bugün çok kültürcülüğe dayalı yeni bir anayasal vatandaşlık formunun inşa edilmesi veya farklılıkların kendilerini ifade etmelerini mümkün kılacak bir hukuk reformunun geliştirilmesiyle, Kürt sorunu çözülür mü? Bu soruya, olumlu cevap verecek pek çok araştırmacının aksine, kanaatim şudur: Kürt sorunu farklılıkların sadece bireysel bağlamda değil, kolektif olarak da kendilerini ifade etmesine izin verecek yeni bir anayasal vatandaşlık rejiminin ikame edilmesini kapsayacak bir hukuk reformu ile çözülecek aşamayı çoktan geçti. Bu, soruna kaynaklık eden ve sorunun büyümesine imkân sağlayan vatandaşlık rejiminin değiştirilmesi için mücadele etmekten ve bu yöndeki girişimleri desteklemekten vazgeçmeyi değil, bununla yetinmemeyi ifade ediyor.
Bu yargının temel gerekçesi, özellikle, 1990’ların başından bu yana, Kürtlerin gün geçtikçe artan bir ivmeyle, psikolojik ve siyasal anlamda ülkenin genelinden kopmaya, bu toplumun bir parçası olmaktan uzaklaşmaya doğru gittiğine dair gözlemdir. Kürtlerde her geçen gün ağırlığı artan siyasal düzeneğin, neredeyse ortak tarihi tecrübeyi ve kader birliğini sorgulayacak bir siyasal bilince evrildiği gerçeği, bu gerçeği paranteze alacak başka enstrümanlar geliştirilmediği müddetçe, tek başına hukuk reformunun bu meseleyi toplumsal barışın önünde bir engel olmaktan çıkarmayacağını gösteriyor. Bu durumu birkaç örnekle ayrıntılandırmak mümkün.
Öncelikle, 1990’ların başından itibaren Kürt nüfusun seçmen eğilimlerini izlemek bu konuda epey veri sağlayabilir. Özellikle, 2002 seçimlerinden bu yana gerçekleşen dört seçimde berraklaşan bir eğilim var. MHP ve CHP Kürt nüfusun ağırlıkta olduğu bölgelerde varlık gösteremiyor, buna karşın zorunlu göçle Kürt-Türk nüfusun karşılaştığı yerlerde etkisini artırıyor. DTP ise Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerde güçlenirken, başından beri Türk nüfustan kaydadeğer bir destek alamıyor. Başka bir deyişle, MHP ve CHP sadece Türklerden, DTP ise sadece Kürtlerden oy alabiliyor. Böylece belli etnik kökenli vatandaşların oluşturduğu seçmen kitlesine dayanan partiler, diğer etnik kökene dayalı seçmenlerin siyasal ve kültürel taleplerine kulak tıkıyor. Etnik kökeni ortak kesen bir eğilimle ülkenin bütününden destek alan AKP hariç tutulduğunda, ülke seçmen eğilimleri üzerinden fiilen siyasal bir bölünme yaşıyor. MHP ve CHP’nin Kürt seçmenlere, DTP’nin de Türk seçmenlere seslenebilecek enstrümanlara sahip olmadığı bir siyasal ortamda, toplumsal barışı ve beraber yaşama iradesini sağlayacak mekanizmaları hayata geçirmek de zorlaşıyor. Belli sembol ve kavramlara bürünmüş kaygılar üzerinden seçmenlerin örgütlendiği bu ayrışma siyaseti devam ettiği sürece, farklılıkları tanımaya dayalı bir anayasal vatandaşlık düzenlemesi bile toplumsal barışı sağlamaya yetmeyecektir.
Anayasal vatandaşlık tanımını farklılıklara açan bir hukuki düzenlemenin tek başına Kürt sorununu çözmeye yetmeyeceği şeklindeki yargı, DTP’nin kullandığı siyasi sembolizm üzerinden de test edilebilir. 1990’ların başından itibaren PKK ve DTP’nin elele verip vatandaşlığı temsil eden birçok sembole karşılık alternatif semboller üreterek (bayrak, marş, günler, vb.) paralel-ulus yaratma teşebbüsleri, ülkedeki ortak tarih ve kader birliğini zedelemiş durumda. Bu siyasal dil, Kürtlerin Türklerle birlikteliğini mümkün kılan dini, geleneksel ve tarihsel değerlerin erozyonuna yol açtığı ölçüde, Kürtlük toplumun genelinden ayrı bir kültürel ve siyasal hale dönüşüyor. Uzun süredir ayrı bir devlet kurma fikrinden vazgeçilmesine rağmen dolaşımda tutulmaya devam edilen bu sembolizm, beraber yaşama iradesini ve pratiğini örselemeye devam ediyor.
Toplumsal ayrışma
1990’lar boyunca yaşanan zorunlu göçle, Kürtlerle Türklerin çok daha yoğun birarada yaşamaya başlamaları neticesinde yaşanan gerilimler de toplumsal barışı sıkıntıya sokan bir yönelime yol açtı. Batı şehirlerine yerleşen Kürt nüfusla beraber, yaşanan ekonomik, kültürel ve siyasal sorunlar nedeniyle, tarihte ilk defa, Türkler Kürtleri olumsuz önyargılarla kodlamaya başladılar. Bin yıllık kardeşlik olgusunun yerini yavaş yavaş gerilime bırakması, Kürtlerin yaşadıkları bölgelerde bir asayiş unsuru olarak algılanmasına neden oldu. Kürtler de maruz kaldıkları muamelenin hızla siyasal terminolojiye aktarılmasıyla kendilerini ötekileştiren bir kimlik bilinci kazanmaya başladı. Böylece her iki toplumsal kesim arasındaki olumlu duygular yerlerini olumsuz duygulara bırakarak toplumsal ayrışmayı tetikledi.Bu üç örneğe başka birçok örnek eklenebilir. Açık olan şu ki, başta hukuki iyileştirmeler eliyle giderilebilecek bir sorunken, Kürt meselesi yanlış stratejilerle, günbegün, siyasal bir sorunun toplumsal uyuşmazlığa dönüştüğü bir evrenin içinde. Bugün Kürt meselesi, siyasal bir mesele olmanın yanı sıra toplumsal bir meseledir. Kürtler ile devlet arasındaki sorunlar, zamanla devletin temsil ettiği vatan, ulus, vb. değerlere de sıçradı ve Kürtlerin ülkenin geneliyle beraber yaşama iradesi örselendi. Siyasal bir meseleyi siyasal mekanizmalarla çözmek mümkündür. Ancak, toplumsal uyuşmazlığa dönüşen bir meseleyi sadece siyasal enstrümanlar aracılığıyla çözmek mümkün değildir. Bu durum, öncelikle, Kürt meselesini çözmeye kalkışan bir siyasi aklın, sorunu yönetilebilir düzeye çekebilecek bütün hukuki mekanizmaları, artık “mış gibi” yapmadan, cesaretle hayata geçirme zorunluluğunda olduğunu ifade ediyor. Bu nedenle dil, vatandaşlık tanımı, hak ihlalleri vb. konularda kısır tartışmalara girmeden, açık ve somut adımların geciktirilmeden atılması gerekir. Zira, sorunu gerçekten ortadan kaldırmak yerine görüntüyü kurtarmaya dönük her hamle, her geçen gün sorunu toplumsallaştırma yönünde daha çok maliyet üretmeye adaydır.
Ancak, sadece siyasi aktörlerin değil, bütün kanaat önderlerinin de üzerine düşen sorumluluk, Kürt sorununun bugüne dek çıkardığı faturanın sadece yasama imkanlarıyla ödenemeyeceğini fark ederek, Türkler ve Kürtler arasında kader birliğini ve beraber yaşama iradesini ikame edecek enstrümanlar üzerine kafa yormaktır.