Suudi Arabistan siyaseti son yılların en sıradışı olaylarına şahitlik ediyor. Geçtiğimiz Haziran ayında Kral Selman’ın oğlu Muhammed bin Selman’ın Veliaht Prens olarak belirlenmesinden sonra ülkede hız kazanan iktidar mücadelesinin son perdesi şaşırtıcı biçimde yaşanıyor. Muhammed bin Selman’ın başkanlık ettiği “Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu” aralarında birçok Suudi prensin ve milyarlarca dolarlık servetlere hükmeden işadamlarının bulunduğu onlarca kişinin sorgulanmasına karar verdi.
Yolsuzluklarla ilgili komisyonun aldığı bu kararın ve ülkede yarattığı siyasi depremin, yine aynı gün Yemen’deki İran destekli Husiler tarafından Riyad Havaalanına füze fırlatılması ve Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin başkent Riyad’da yaptığı açıklama ile İran’ın kendisi-ni öldürmeyi planladığını söyleyerek istifa etmesiyle ne derece ilgili olup olmadığı ise halen belirsizliğini koruyor. Bu iki olayın arkasında İran’ın olduğuna dair açıklamalar yapan Suudi Arabistan yönetiminin ise ABD’nin de desteğini alarak Tahran’ı hedef tahtasına koymayı planladığı düşünülebilir. Suudi Arabistan bağlamında yaşananların muhatabı olarak İran gözükse de Ortadoğu coğrafyasındaki gerginliğin yakından ilgilendirdiği bir diğer ülke de şüphesiz Türkiye’dir.
Güvenilir müttefik arayışı
Son dönemde Riyad ile Ankara arasındaki ilişkilerdeki belirsizlik özellikle Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar’a yönelik başlattıkları siyasi abluka ile daha açık biçimde gün yüzüne çıkmıştır. Ablukacı ülkelerin Katar’dan Türkiye’nin Doha’da bulunan askeri üssünü kapatmasını talep etmesi Riyad’ın Ankara’ya karşı tutumunu da bir anlamda gözler önüne sermektedir. Nitekim Katar’a yönelik başlatılan bu abluka ile hedefin Türkiye’nin bölgede yükselen gücünün önlenmesi olduğu konusunda birçok güçlü delilin bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye’nin Suudi Arabistan’da yaşanan gelişmeler ve daha genel olarak gerçekleşmesi muhtemel yönetim değişikliği konusunda tedirgin bir bekleyiş içerisinde olduğu söylenebilir.
Bu nedenle Ankara’nın hem Katar krizi hem de Suudi Arabistan’ın İran’a yönelik hasmane tavrı karşısında Riyad’ın yanında yer almadığı görülmektedir. Bunun da ötesinde Türkiye, Katar Emiri Temim bin Hamad El-Sani’nin yanında olacağını açık biçimde deklare etmiştir. Öte yandan İran konusunda da Türkiye’nin Suudi Arabistan’a destek olma konusunda motivasyon eksikliği bulunmaktadır. Nite-kim özellikle Kral Selman dönemi boyunca Ankara birçok konuda Suudi liderliği ile uzlaşamazken, bazı politikalarda iki yönetim arasında ciddi ihtilaflar gündeme gelmiştir. Riyad ile Ankara arasında gözlemlenen uyuşmazlıklar Katar krizi ile zirve noktasına ulaşmış ve Erdoğan liderliği, mevcut Suudi yönetiminin Türkiye’ye karşı yaklaşımında ciddi soru işaretlerinin bulunduğuna kanaat getirmeye başlamıştır.
Bu bağlamda bir başka önemli husus da Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve ABD’nin son dönemde Türkiye’ye yönelik politikalarında kademeli olarak sertleşmeye gitmeleridir. Her ne kadar Erdoğan ile Trump arasında iki kez doğrudan görüş-me gerçekleşmiş, Abu Dabi ile Ankara arasında doğrudan temaslar kurulmuş ve Suudi Arabistan yönetimiyle herhangi bir ciddi kriz yaşanmamış olsa da özellikle ABD başta olmak üzere bu üç ülkenin bir blok halinde Türkiye aleyhine politikalar izledikleri gözlemlenmektedir.
15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişiminin arkasında ABD’nin olduğuna ve BAE’nin de FETÖ örgütüne bu süreçte mali destek sunduğuna dair spekülasyonların devam etmesi, FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’in ABD’de ikamet etmeyi sürdürmesi, Mısır ile Müslüman Kardeşler’e yönelik politikalarında Riyad ile Abu Dabi’nin Ankara’dan ciddi biçimde farklılaşması ve Türkiye’nin terör örgütü ilan ettiği PYD’nin açık biçimde ABD tarafından silahlandırılması gibi hususların Ankara ile bu üç ülke arasındaki gerginliklerin merkezinde olduğu söylenebilir. Özellikle Suriye konusunda yaşanan ihtilaflar ve farklı yaklaşımlar ABD ile Türkiye arasındaki gerginliğin giderek tırmanmasına neden olmaktadır. Böyle bir siyasi ortamda Trump’ın İsrail’in de desteğini alarak Suudi Arabistan ve BAE’nin arkasında durması ve özellikle İran’a karşı bu ülkelere güvence vermesi Türkiye’nin son dönemde yaşanan krizler karşısında alacağı pozisyonunu daha da güçleştirmektedir. Bu noktada Suriye’de yaşanan gelişmeler konunun daha açık biçimde ifade edilebilmesi anlamında önemli bir başlangıç noktası olacaktır. Türkiye’nin Suriye politikası uzun bir süre ABD ve Suudi Arabistan çizgisinin belirleyici olduğu bir eksende gerçekleşmişti. Türkiye’nin bu blokla hareket ettiği dönem hem Suriye’de iç savaşın en yıkıcı olduğu hem de Ankara açısından en ağır maliyetlerin yaşandığı sürece denk gelmişti. Suriye konusunda Türkiye’nin ABD siyasi yörüngesinden ayrılıp Rusya ve İran ile müzakere masasına oturmasıyla birlikte sorunun çözümü konusunda daha somut adımlar devreye sokulabilmeye başlandı. Dolayısıyla Suriye konusunda Türkiye’nin uzun süre ittifak ilişkisi içerisinde olduğu ABD ve Suudi Arabistan sorunun çözümü konusunda herhangi bir olumlu adım atamadıkları gibi sahada da Türkiye için bir kazanım elde edilmesine katkıda bulunmadıkları görülmektedir. Bunun aksine özellikle ABD’nin Suriye konusundaki tutumu savaşın uzamasına, insan kaybının ciddi seviyelere ulaşmasına ve Türkiye’yi doğrudan hedef alan terör örgütlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Tüm bu nedenlerden dolayı Erdoğan yönetiminin Suriye savaşı konusunda başta ABD olmak üzere Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin gerçek motivasyonları konusunda çekinceleri, Ankara’nın bu ülkelerle bu anlamda işbirliğini ilerletmemesi konusunda belirleyici bir unsur olmuş-tur. Öte yandan Ankara her ne kadar İran ve Rusya ile Suriye’deki savaş boyunca ciddi biçimde karşı karşıya gelmiş olsa da, gerek Moskova gerekse de Tahran yönetimlerinin kendisine yönelik doğrudan tehditleri ile karşılaşmamıştır. Bu nedenle Ankara özellikle son bir yıldır Suriye konusunda ciddi bir politika değişikliğine giderek ABD’nin yörüngesinden ayrılıp, Rusya ve İran ile sorunun çözümü konusunda masaya oturmuştur.
Türkiye’nin son dönemde bölgesel aktörlerle farklılaştığı diğer iki önemli konu da Müslüman Kardeşler hareketi ve Mısır’daki devrim sürecine yaklaşımıdır. Türkiye, Mısır’da gerçekleştirilen ilk demokratik seçimleri kazanarak cumhurbaşkanı olan Müslüman Kardeşler üyesi Muhammed Mursi’nin demokratikleşme yönündeki adımlarını desteklemiştir. Ancak bu süreçte özellikle Suudi Arabistan ve BAE yönetimleri hem Mısır’da gerçekleşen demokratik dönüşüme hem de Müslüman Kardeşler hareketinin sivil bir aktör olarak yükselişine temkinli yaklaşmıştır. Müslüman Kardeşler hareketinin güç kazanmasını kendi iktidarları açısından tehdit olarak gören bu iki ülke Mursi yönetiminin askeri bir darbe ile sonlandırılması için girişim-lerde bulunmuştur. 3 Temmuz 2013’te Abdülfettah El-Sisi tarafından gerçekleştirilen darbeyi açıkça destekleyen Riyad ve Abu Dabi yönetimleri Sisi’yi arayarak kutlamışlardır. Gelinen noktada her ne kadar kamuoyuna yansımıyor olsa da Türkiye ile Suudi Arabistan ve BAE arasında Müslüman Kardeşler ve Mısır üzerinden devam eden siyasi gerilim ilişkilerin yumu-şamasının önündeki önemli engellerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Son olarak Türkiye’de 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi sürecinde özellikle ABD ve BAE’nin yoğun bir etkisi olduğuna dair iddialar halen bu ülkeler tarafından açıklanabilmiş değildir. Darbe öncesi süreçte ABD medyasında Erdoğan yönetimi aleyhine yoğun bir karalama kampanyası yürütülmesi, FETÖ örgütü lideri Gülen’in ABD’de yaşamaya devam etmesi ve darbe girişimi sonrasında Türkiye’den kaçan birçok üst düzey FETÖ mensubunun ABD’ye yerleşmesine izin verilmesi gibi konular Ankara tarafından darbe girişimin arkasında Washington’un olduğuna ikna olunması konusunda açık deliller sunmaktadır. Öte yandan Türkiye’nin FETÖ’nün ve 15 Temmuz darbe girişiminin finanse edilmesinde BAE’nin önemli rolü olduğuna dair istihbari bilgiler elde ettiğine dair açıklamalar yetkili ağızlardan yapılmıştır. Bu konuda Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu tarafından yapılan açıklamada 15 Temmuz darbe girişimi sürecinde bir Arap ülkesinin 3 milyar dolar harcadığını söylemesi sonrasında birçok uzman bu ülkenin BAE olduğu konusunda hem fikir olmuştur.
Suudi – İran gerginliği
Gelinen noktada Türkiye’nin özelde Suudi Arabistan genelde de Körfez bölgesinde yaşanan son gelişmelerle ilgili yeni politik tercihlere gitmek zorunda kalacağı bir döneme girilmektedir. Bu süreçte Erdoğan liderliğinin benimseyeceği yeni stratejilerin maliyetlerini dikkatli hesaplaması gerekmektedir. Suudi Arabistan’da yaşanan dönüşümün bölgesel ve küresel gelişmeler ışığında değerlendirilmesi ve buna göre pozisyon belirlenmesi Türkiye açısından hayati önemdedir. Türkiye’nin alacağı yeni pozisyonun en önemli belirleyicilerinden birisi de Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarda ne derece başarılı olup olmadığı hususudur. Bu bağlamda Riyad’ın son birkaç yıldır sonuca ulaşma anlamında sıkıntılar yaşadığı söylenebilir. Suriye’de ABD’nin de desteğine rağmen İran’la yürütülen vekalet savaşında üstünlük kuramayan Suudi Arabistan, Yemen’de de benzer bir sonuçla karşılaşmıştır. Son olarak Haziran ayında Katar’a karşı başlatılan ve BAE, Bahreyn ve Mısır gibi ülkelerin de desteğinin alındığı siyasi abluka süreci henüz gözle görülür bir sonuç üretememiştir. Suriye’de doğrudan kendi askerleri ile savaşa müdahil olan İran’ın, Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta Haşdi Şabi ve Yemen’de Husiler üzerinden bölgesel çatışma alanlarında giderek daha fazla nüfuz sahibi olduğu göz ardı edilmeyecek bir durumdur. İran’a yönelik karar alma sürecinde Suudi Arabistan’ın Tahran’ın bölgesel nüfuz alanını ve askeri kapasitesini göz ardı etmemesi gerekmektedir. Öte yandan Türkiye’nin yeni stratejisinin belirlemesinde etkili olacak bir diğer bölgesel aktör de İran’dır. İran’ın bölgede giderek artan nüfuzu, Ankara’nın özellikle enerji kaynakları bağlamın-da İran’a bağımlı olması ve yaşanan tüm gerginliklere rağmen son yıllarda Türkiye’nin İran’dan doğrudan tehdit algılamamış olması Ankara’nın gelecek dönemde hem Körfez hem de Ortadoğu’daki politikalarının tesis edilmesinde önemli belirleyiciler olacaktır. Tüm bunlarla birlikte Körfez bölgesinde ve Ortadoğu’da artan gerginliğin bölgedeki hiçbir aktör açısından fayda getirmeyeceği unutulmamalıdır. Bu noktada Türkiye’nin artan tansiyonu düşürme ve taraflar arasında uzlaşı sağlanması konusunda önemli bir sorumluluğu bulunmaktadır. Hem Riyad hem de Tahran yönetimlerinin nüfuz mücadelesini sonlandırmaları, bölgedeki ülkelerin içişlerine karışmama konusunda daha dikkatli davranmaları ve bölge dışı aktörler yerine bölgesel aktörler nezdinde girişimler gerçekleştirmeleri ve politikalar belirlemeleri konusunda ortak bir iradeye sahip hale gelmeleri, Ortadoğu’da yaşanabilecek daha büyük çaplı çatışmaların önlenmesi açısından hayati önem taşımaktadır.
[Star Açık Görüş, 11 Kasım 2017].