Turuncu Dergisinin 28 Åžubat Sürecinin yıldönümü dolayısıyla SETA AraÅŸtırmacısı Hatem Ete ile gerçekleÅŸtirdiÄŸi röportaj
Sizinle ağırlıklı olarak 28 Åžubat Sürecini konuÅŸacağız ama isterseniz daha önce Türkiye’nin darbelerle imtihanını konuÅŸalım. Türkiye’de demokratik sistem niye bu kadar sıkça müdahalelere uÄŸruyor?
BildiÄŸiniz gibi, Türkiye’de çok partili siyasal hayat Cumhuriyetin kuruluÅŸunun üzerinden 23 yıl geçtikten sonra mümkün olabildi. Demokratik sisteme geçiÅŸ için toplumsal muhalefetin zayıflaması beklendi. Bu çerçevede iki muhalif partinin hemen kapatılması toplumun henüz ‘demokratik olgunluÄŸa’ eriÅŸmediÄŸi kanaatine dayandırıldı. Ä°kinci Dünya Savaşından sonra iç ve dış dinamiklerin çok partili hayatı zorunlu hale getirmesiyle milli iradenin siyasal sisteme taşınmasına izin verildi. Seçimlerin CHP aleyhine sonuçlanması bürokratik seçkinleri tedirgin etti. Bu tablo elitlerin, önlem alınmazsa serbest seçimler neticesinde gelen iktidarların rejimin ideolojik yapısıyla oynayacağından endiÅŸe duymasına yol açtı. Bürokratik seçkinler bu duruma 27 Mayıs 1960’ta darbe yaparak karşılık verdi. Darbe sonrasında, seçilmiÅŸ hükümetlerin ülkeyi yönettiÄŸi bir fotoÄŸrafın arkasında özerk kurumlar aracılığıyla bürokrasinin fiilen ülkeyi yönetmesini saÄŸlayan bir vesayetçi rejim yerleÅŸtirildi. Fiilen devlet-hükümet ayırımı yapıldı. Bu iÅŸ bölümünde devletin ulusal güvenliÄŸini ilgilendiren konular özerk kurumların inisiyatifine bırakılırken hükümetin faaliyet alanı hizmet-icraatla sınırlandı. Sivil iktidarlar vesayetten kurtulma isteÄŸinde bulunup bu zımni anlaÅŸmanın gereklerine uy(a)madıklarında baÅŸka bir müdahaleye maruz kaldılar. Yapılan her darbe vesayet rejimini biraz daha saÄŸlamlaÅŸtıracak otoriter mekanizmalar geliÅŸtirdi ve böylece vesayetçi rejim kurumsallaÅŸtı.
Darbeler hep aynı amaç ve ideolojiyle mi gerçekleÅŸti? BaÅŸka bir deyiÅŸle, darbeler arasında belli bir sürekliliÄŸin izi sürülebilir mi yoksa her bir darbe ayrı bir vizyonu mu benimsedi?
Aslında bütün müdahaleler tek bir amaca hizmet etti. Bu amaç siyasal iktidarı bürokratik vesayet altına almaktı. Nitekim bütün darbeler milli iradeyi sınırlayan bürokratik kurumlar inÅŸa etti. 27 Mayıs müdahalesiyle MGK, Anayasa Mahkemesi, DPT, Senato, ‘özgür’ üniversite ve TRT kuruldu. 12 Mart Muhtırası DGM ve Üniversiteler Arası Kurul’u inÅŸa etti. 12 Eylül müdahalesi ise özgür üniversitenin kargaÅŸaya yol açtığını düÅŸünerek YÖK’ü inÅŸa etti, Senato’yu iÅŸlevsiz bularak ortadan kaldırdı ve CumhurbaÅŸkanlığının yetkilerini arttırdı. Böylece her darbe aynı vesayetçi amaç doÄŸrultusunda siyasal iradeyi denetleyecek güncel mekanizmaları hayata geçirdi.
28 Åžubat müdahalesi siyasal Ä°slam paranoyası çerçevesinde meÅŸrulaÅŸtırıldı. Türkiye’de siyasal Ä°slam’ın güçlenmesinin arkasındaki dinamikler neler?
Bunun için 1950’den beri, bir kaç yıllık istisna hariç tutulduÄŸunda, sürekli iktidar olan merkez-saÄŸ partileri ve bu partilerin devlet-toplum dinamiÄŸinde gördüÄŸü iÅŸlevi konuÅŸmamız gerekir. Merkez-saÄŸ partiler rejimin Kemalist yapısına halel getirmeden toplumu devletle barıştırma iÅŸlevi gördü. Bu iÅŸlevleri neticesinde merkez-saÄŸ partiler, ekonomik, siyasal ve kültürel olarak çevrenin merkeze taşınmasına aracılık ettiler ve toplumsal yapının dönüÅŸümüne ciddi katkılarda bulundular. ÅžehirleÅŸme, eÄŸitim seferberliÄŸi ve ekonomik entegrasyon gibi politikalar neticesinde eÄŸitimli, dindar, yeni bir orta sınıf oluÅŸtu. 1990’lara kadar, büyük ölçüde merkez-saÄŸ partileri destekleyen bu kitle, 1970’lerden beri Ä°slami bir söylemle siyasal alanda gittikçe güçlenen Milli GörüÅŸ geleneÄŸinin merkeze yakınlaÅŸmasıyla siyasal bir kimlik edindi. Belli bir güce ulaÅŸtıktan sonra bu kesimler, merkez-sağın hizmet-icraatla sınırlı iktidarını yetersiz bularak kendi kimlik bileÅŸenlerinin de iktidara yansımasını talep ettiler. Merkez-saÄŸ doÄŸası gereÄŸi bu taleplere cevap veremeyince toplumsal desteÄŸini yitirdi. Böylece bu toplumsal kesimlerin taleplerini siyasal sisteme taşıma misyonu yüklenen RP güçlenerek bir iktidar alternatifi olarak belirdi.
RP iktidara gelince de 28 Åžubat Süreci baÅŸladı...
Evet. Merkez-sağın zayıflayarak tek başına iktidar olma potansiyelini kaybetmesi ve RP’nin söyleminde temsil edilen Ä°slamcılığın güçlenerek iktidar alternatifi olması, zinde güçleri endiÅŸeye sevk etti. Vesayet sisteminin tehlikeye girdiÄŸini düÅŸünen çevreler, bu toplumsal dönüÅŸümü 28 Åžubat Süreci ile yönetmeye çalıştı. 28 Åžubat Süreci, sivil ve askeri bürokrasinin medya ve iÅŸ çevrelerinin de desteÄŸini alarak RP’yi ve arkasındaki toplumsal ve ekonomik desteÄŸi yok etme stratejisini ifade ediyor. Bu süreçte, Ä°slamcılığın yükseliÅŸi ve merkez-sağın çözülmesi faktörlerinin arkasındaki yerel ve küresel sosyolojik dinamikler devre dışı tutuldu. Sorunun asayiÅŸ eksenli yasaklayıcı politikalarla çözüme kavuÅŸturulabileceÄŸine inanıldı.
28 Åžubat Sürecini diÄŸer müdahalelerden farklı kılan nedir?
Aslında birçok noktada farklılık var. Ä°lk farklılık müdahalenin tarzıyla ilgilidir. 28 Åžubat Süreci’nde askeri elit birçok iç ve dış faktörün etkisiyle, kışlasından çıkıp siyasal alanı yeniden düzenleme yolunu tercih etmedi. Gerekli görülen müdahaleleri gerçekleÅŸtirmek üzere ‘silahsız kuvvetler’ sürece dâhil edildi. Birinci özelliÄŸin sonucu sayılabilecek ikinci farklılık müdahalenin süresi ile ilgilidir. Asker kışlasından çıkmadığı için kışlasına geri dönmek için kendisine bir milat da belirlemedi. Dolayısıyla, her darbenin/müdahalenin ilk garantisi olan ‘TSK’nın düzeni yeniden tesis ettiÄŸi en kısa süre içinde kışlasına geri dönüp siyaseti asıl sahiplerine iade edeceÄŸi’ teminatı, 28 Åžubat Sürecinde yerini, ‘bu müdahalenin gerekirse 1000 yıl sürebileceÄŸi’ tehdidine bıraktı. Üçüncü farklılık müdahalenin dayandığı strateji ve içerikle ilgilidir. Eski darbelerin tamamı belli bir kesime dayanmama ve belli bir kesimi bastırmama konusunda olaÄŸanüstü bir hassasiyet göstererek TSK’nın tarafsızlığı ve siyaset-üstülüÄŸüne vurgu yapma ihtiyacı hissederken 28 Åžubat Süreci, açıkça toplumun belli bir kesimini diÄŸer kesimlerin üzerine saldı ve böylece toplumsal ayrışmayı tetikledi. Dolayısıyla hem biçim hem de içerik yönünden daha önceki müdahalelerle karşılaÅŸtırıldığında, 28 Åžubat Süreci’nin devlet geleneÄŸinde bir kırılmayı teÅŸkil ettiÄŸi açıktır.
28 Åžubat Süreci hedeflediÄŸi sonuçlar itibariyle baÅŸarılı oldu mu?
Kısa vadede bazı hedeflerinde baÅŸarıya ulaÅŸtığı söylenebilir. Ancak orta ve uzun vadede baÅŸarısız olması bir yana, Türkiye’nin 10–15 yıllık potansiyelini yok etti. Önce baÅŸarılı olduÄŸu kısımdan baÅŸlayalım. 28 Åžubat Sürecinin en önemli kısa vade hedefi Refah-Yol iktidarını ortadan kaldırmaktı. Bu hedefinde baÅŸarıya ulaÅŸtı. Ä°kinci hedefi, psikolojik harekâtın yanı sıra yasal düzenlemelerle RP’nin arkasındaki toplumsal desteÄŸi ortadan kaldırmaktı. Bunun için, Türkiye’deki Ä°slami kesimlerin merkez-saÄŸ iktidarlarla yapılan müzakereler neticesinde elde ettikleri kazanımların bir kısmını ortadan kaldırdılar. Bunların en önemlisi Ä°mam Hatip Liselerinin iÅŸlevsizleÅŸtirilmesidir ki, bunda baÅŸarılı olunduÄŸu söylenebilir. Ä°slami çevrelerin bugüne gelmesini saÄŸlayan faktörlerin başında gelen ‘nesil siyaseti’ böylece akamete uÄŸratıldı. Bu sonuçların yanı sıra 28 Åžubat sürecini yürüten ve destekleyen kesimlerin öngördüÄŸünün tersine birçok sonuç da ortaya çıktı. Öncelikle, bu sürece destek veren merkez-saÄŸ partiler var olan güçlerini de yitirerek Türk siyasal yaÅŸamından tamamen silindiler. Böylece, merkez partileri güçlendirmek için uygulanan strateji, merkez partileri yok etme iÅŸlevi gördü. Bundan daha vahim sonuç, kitlelerin karşı karşıya getirilmesi sonucunda birlik ve beraberliÄŸin zedelenmesi oldu. DiÄŸer hiçbir müdahale bugüne kadar böyle bir sonuca yol açmamıştı. Ancak süreci yönlendiren aktörlerin devlet aklından yoksun miyop stratejileri neticesinde Refah-Yol’dan kurtulmak pahasına toplumsal barış tehlikeye atıldı. Bir diÄŸer sonuç, siyasal Ä°slam paranoyası çerçevesinde hayata geçirilen otoriter siyasal iklim dolayısıyla, Türkiye’nin soÄŸuk savaÅŸ sonrası fırsatları ıskalaması oldu. Dünyanın yeni bir düzenin fırsatlarından istifade ettiÄŸi bir ortamda Türkiye bütün enerjisini soÄŸuk savaÅŸ iklimini tahkim etmek yolunda harcadı. Sonuçta toplumsal dönüÅŸümün önü alınamadı ve 2002’de AK Parti, çözülen merkez-saÄŸ’ın devlet ile toplum arasındaki aracılık iÅŸlevini de devralarak iktidara geldi.
Ancak vesayet sistemi, AK Parti iktidarına da baskı kurmayı sürdürdü. Gazetelere birçok darbe teÅŸebbüsü yansıdı…
Evet. 2002’de iktidara gelen AK Parti, bir yandan, merkez-saÄŸ partilerin siyaset geleneÄŸinin izinde hizmeti ve icraatı önplana çıkardı. Öte yandan, AB hedefini ve bu hedefe ulaÅŸmak için gerçekleÅŸtirilmesi gereken yasal düzenlemeleri, 28 Åžubat Sürecinin oluÅŸturduÄŸu tahribatı gidermek iÅŸlevinde kullandı. 2003–2004 yıllarında planlanan darbe teÅŸebbüslerinin hayata geçmemiÅŸ olması, bürokrasi içindeki etkili çevrelerin 28 Åžubat sürecindeki akıl tutulmasından ders aldıklarını gösteriyor. Anlaşılan darbe yandaÅŸları gereken desteÄŸi bulmakta baÅŸarılı olamamışlar. CumhurbaÅŸkanlığı seçimi ile baÅŸlayıp AK Parti hakkındaki kapatma davasının sonuçlanmasıyla biten süreç ise biraz daha farklı dinamiklere sahip. Askeri bürokrasiden çok sivil bürokrasinin bu süreçte inisiyatif almasının nedeni, AK Parti’nin son iki yılda merkez-saÄŸ partilerin sınırlarını zorlayarak kimlik problemlerinin çözümüne istekli olmasıdır. CumhurbaÅŸkanlığı seçimi, yeni Anayasa yazımı, baÅŸörtüsü düzenlemesinin iptali ve AK Parti’ye yönelik kapatma davası çerçevesinde yaÅŸanan kriz, AK Parti’nin kimliÄŸine ve politikalarının sınırlarına yöneliktir. Bu krizlerle verilen mesaj, AK Parti’nin klasik merkez-sağın sınırlarına geri çekilmesi gerektiÄŸidir.
Bugünlerin en yoÄŸun gündem maddelerinden biri de Ergenekon davası. Siz bu davayı nasıl deÄŸerlendiriyorsunuz?
Bu süreç, vesayet rejiminin ve bu rejimin taşıyıcıları olan asker ve sivil bürokrasinin sistem içindeki ağırlıkları ile ilgilidir. Bu, hukukla hukuk dışılık, siyasi iktidarla vesayetçi rejim arasında bir mücadeledir. Bu anlamda Ergenekon, merkez saÄŸ-sol iktidar döneminde sorgulanamayan vesayet rejiminin, iktidarını legal yollarla saÄŸlayamadığında veya eskiden olduÄŸu gibi darbe yaparak sistemi tekrar tahkim edemediÄŸinde, hukuk dışına çıkmasını ifade ediyor. EÄŸer bu süreç, asker ve sivil bürokrasi içindeki çürüklerin temizlendiÄŸi kriminal bir dava olarak sonuç alacaksa Türkiye eline geçen büyük bir fırsatı heba etmiÅŸ olur. Bu davanın, mutlaka vesayetçi rejimi ve darbe geleneÄŸini ilgilendiren bazı kararlar da alması gerekir. Vesayetçi rejimin kaderini belirleyecek bu sürecin devletin üst makamlarında, siyasal ve toplumsal alanda bir çatışma ve gerilime yol açması hem kaçınılmaz hem de doÄŸaldır. Varlıklarını borçlu oldukları vesayetçi rejime teolojik bir baÄŸla baÄŸlanan siyasi, idari, hukuki ve entelektüel çevrelerin bu süreci sulandırmaları ve meseleyi rejimin bekası tartışmasına çevirmelerine karşı uyanık olmak gerekir. Bu sürecin devleti zaafa uÄŸratmayacak bir ÅŸekilde sonuçlanmasında askerin de büyük sorumlulukları vardır. Askeri kurumlar, siyasetteki olaÄŸandışı güçlerini hukuk dışına çıkma yönünde bir icazet olarak algılayan personelini korumaya çalışmayıp demokratik bir asker-sivil iliÅŸkiler mekanizmasının hayata geçirilmesine verdiÄŸi destek ölçüsünde hem kurumsal gücünü hem de toplumsal imajını koruyacaktır.
Darbeleri ve darbelerin siyasal sisteme etkilerini konuştuk. Biraz da aydınların ve toplumun darbeleri algılayışını konuşalım isterseniz. Aydınların darbelere bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk aydını ilkesel olarak vesayetçi rejimi tahkim eden müdahalelere karşı durmak yerine çoÄŸunlukla müdahaleler arasında ayırım yapmayı tercih etmiÅŸtir. Mesela sol aydınların önemli bir kısmı 27 Mayıs’ı ‘özgürlükçü’ bularak alkışlarken, 12 Mart ve 12 Eylül’ü otoriter bularak lanetlemiÅŸtir. SaÄŸ aydınların önemli kısmı da tam tersi bir tutumla hareket etmiÅŸtir. Aynı ÅŸekilde 28 Åžubat Süreci de siyasal Ä°slam paranoyası çerçevesinde önemli bir taraftar kitlesi edinebilmiÅŸtir. Hâlbuki bütün müdahaleler görünür yüzlerinde farklılaÅŸan projelerine raÄŸmen aynı doÄŸrultuda hareket etmiÅŸlerdir. Bu doÄŸrultu, milli iradenin egemenliÄŸine karşı bürokratik vesayeti tahkim etmektir. Bu anlamda, örneÄŸin yürürlüÄŸe koydukları Anayasalar arasında toplumsal katılım anlamında önemli ölçüde farklılık olmasına raÄŸmen 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası aynı istikamette yol alır. Bu nedenle müdahale ve vesayetin kendisini sorunsallaÅŸtırmadan vaz edilenlere odaklandığımızda, elimizde müdahaleleri deÄŸer hiyerarÅŸisine tabi tutmaktan baÅŸka bir ÅŸey kalmaz. Üstelik aynı bürokratik mekanizmanın 1961’de verdiÄŸi hakları 1971 ve 1982’de neden geri aldığını da anlamlandıramayız. Keza 28 Åžubat’ın 50 yıllık geleneÄŸe rest çekiÅŸini anlamlandırmak da zorlaşır.
Genellikle toplumun darbelere gereken tepkiyi göstermediÄŸi darbe süreçlerinde sivil otoriteyi yalnız bıraktığı söylenir. Bu düÅŸünceye katılıyor musunuz?
Demokratik sistemin kesintiye uÄŸratılmasına karşı halkın meydanlara dökülmemesi, Türk siyasal literatüründe toplumunun devletine baÄŸlılığına, uysallığına ve daha birçok açıklama tarzına baÅŸvurularak izah edilmeye çalışılmıştır. Ben bu düÅŸüncenin eksik bir gözlemden kaynaklandığını düÅŸünüyorum. Toplumun büyük bir kesimi, darbe karşısında meydanları doldurmasa da darbelerin öngördüÄŸü denkleme razı olmamıştır. Her darbeden sonra, darbeye maruz kalmış siyasal geleneÄŸin daha yüksek bir oyla iktidara taşınmasını bu çerçevede algılamak gerekir. Toplumun bir nevi sivil itaatsizlik olarak deÄŸerlendirilebilecek bu tutumu nedeniyledir ki, darbeye maruz kalan siyasal gelenek 1950’den beri güçlenerek varlığını sürdürebilmiÅŸtir. Aslında toplumun darbe karşıtlığı siyasi parti liderlerinin sinmiÅŸliklerine raÄŸmen devam etmiÅŸtir. ErdoÄŸan öncesinde hiç bir lider, askeri müdahalelere yüksek sesle karşı çıkmadığı halde toplum müdahalelere karşıtlığını seçim sandıklarında göstermeyi sürdürmüÅŸtür.
Demokratik sisteme yönelik bu müdahalelerin siyasal sitemin ÅŸekillenmesindeki uzun vadeli etkilerini sormak istiyorum. Bu müdahaleler nasıl bir siyasal iklime yol açtı?
Vesayet rejimini tahkim etmek adına demokratik sisteme yapılan müdahaleler, öngördüÄŸü sonuçların aksine sistemin konsolidasyonunu geciktirdi. Demokratik sistemin kendi iç dinamikleriyle iÅŸleyiÅŸine izin verildiÄŸinde siyasal faaliyetler çoÄŸulcu bir niteliÄŸe bürünmüÅŸken, siyasal iÅŸleyiÅŸe yapılan müdahaleler her seferinde toplumun polarizasyonuna ve tarafların radikalleÅŸmesine yol açmıştır. Merkez-saÄŸ ideoloji, devlet-toplum iliÅŸkilerinin barışık iÅŸlemesi için bir ÅŸanstı. Merkez-saÄŸ iktidarlar, halkın müdahalelerle hesabını geciktiren, unutturan bir iÅŸlev görüyordu. Halk elitlerle görülecek bir hesabı olduÄŸunu unuttukça, merkez-saÄŸ partiler müdahaleden kaynaklanan tepki oylarını kaybederek ideolojik yönlerini kaybediyorlardı. Böylece, dikkatler parti programlarına, iktidar performanslarına, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele stratejilerine çekildikçe, merkez-saÄŸ partiler, zamanla, oy ve meÅŸruiyet kaybına uÄŸruyorlardı. Ancak, her darbe milleti terk etmeye baÅŸladığı siyasal kadrolara tekrar eklemledi. Böylece, paradoksal olarak, müdahaleler siyasal hayattan silmek istedikleri kadrolar için can simidi iÅŸlevi gördüler. Bunun için, siyasal partilerin müdahale öncesi ve sonrası oy oranlarına bakmak yeterlidir.
Yukarıda bu müdahalelerin ters teptiÄŸinden bahsettiniz. Buna raÄŸmen müdahaleler devam etti. Sizce elitler neden bundan ders çıkarmıyorlar?
Aslında gecikmiÅŸ de olsa bundan ders çıkarıldığını söylemek mümkündür. Hilmi Özkök ve YaÅŸar Büyükanıt’ın darbe teÅŸebbüslerine geçit vermemesi, Ä°lker BaÅŸbuÄŸ’un Ergenekon sürecine verdiÄŸi destek ve Özkök’ün tavrını eleÅŸtirenlere 28 Åžubat Sürecinden örneklerle verdiÄŸi cevaplar, ordunun bu oyunu gördüÄŸünün iÅŸaretleri olarak alınabilir. AK Parti iktidarından bu yana gazetelere yansıyan beÅŸ darbe teÅŸebbüsünün gerçekleÅŸememiÅŸ olmasında bu gözlemin büyük payı vardır. Bugün Ergenekon davasıyla ortaya çıkan fotoÄŸraf da darbe heveslilerinin düÅŸtüÄŸü anakronizmi ve marjinalliÄŸi apaçık ortaya koyuyor zaten.