DÜN, 28 Şubat müdahalesinin 12. yıldönümüydü. Üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen, devlet-toplum dinamiklerini, bürokratik vesayetle millet iradesini, hukukun üstünlüğü ile hukuksuzluğu aynı cümle içinde kullanarak tartıştığımız her meseleyi, 28 Şubat süreciyle ilişkilendirmek zorunda kaldığımıza bakılırsa, Türkiye devleti ve toplumuyla bu sürecin yol açtığı tahribatla boğuşmaktan hala kurtulamadı.
1950’den beri, ekonomik, siyasal ve kültürel olarak, çevrenin merkeze taşınmasına yönelik politikalar yürüten merkez-sağ partiler, Türkiye sosyolojisinin dönüşümüne ciddi katkılarda bulundular. 1990’ların başlarında yerel ve küresel birçok dinamiğin kesişmesiyle merkez-sağ zayıflayarak tek başına iktidar olma potansiyelini kaybetti.
Merkez-sağı zayıflatan dinamikler, Refah Partisi’ne güç katarak iktidar alternatifi kıldı. Merkez-sağın yerini RP’ye kaptırmasıyla, 1960’dan beri merkez sağ-sol iktidarlara dayanan siyasal denklem işlemez hale geldi.
Temelde sosyolojik dinamiklerden beslenen bu siyasal dönüşüme zinde güçler (bürokrasi, ekonomi, akademi ve medya çevrelerinin önemli bir kısmını içerecek şekilde), merkez-sağın yerini alan RP ile ittifak kurmak yerine, merkezi tekrar tahkim ederek karşılık vermeyi tercih etti.
İslam paranoyası
RP’nin 1994 yerel seçimlerinde büyükşehir belediyelerinin önemli bir kısmını kazanması ve 1995 genel seçimlerinde oylarını arttırıp birinci parti olmasıyla zinde güçler, RP’yi yalnızlaştırıp sistem dışına itme kampanyası başlattı.
RP’siz bir iktidar formülünü hayata geçirmek üzere sürdürülen arayışlar akamete uğrayınca, ancak seçimlerden 1,5 yıl sonra 28 Haziran 1996’da, RP ve DYP arasında Refah-Yol koalisyonu kurulabildi. RP’siz bir iktidarı sağlayamayan güçler RP’li bir iktidara tahammül göstermeyerek kampanyalarına hız verdiler.
RP’nin iktidara gelişinden 8 ay sonra, 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısıyla irtica, ülke güvenliği için birinci tehlike olarak adlandırıldı ve bu tehlikeyi bertaraf etmek için hükümete 18 maddelik yaptırım listesi verildi.
28 Şubat süreci, her müdahalenin yol açtığı bütün olumsuz etkileri taşımanın yanı sıra daha radikal olumsuz sonuçlara da yol açtığıdır. 28 Şubat önceki müdahalelerden en önemli farkı, müdahale için bir meşruiyet arayışında bulunmamış olmasıdır. Önceki darbeler, ulusal ve küresel güç dengeleri nezdinde müdahaleye gerekçe teşkil edecek koşulların oluşmasını beklemiş, hatta gerektiğinde bu koşulları tetiklemişlerdi. Böylece toplumsal çatışma ve ekonomik kriz bahane edilerek, kardeşkanını durdurmak ve ekonomiyi düzlüğe çıkarmak misyonuyla meşruiyet arayışında olmuşlardı.
28 Şubat kendine has
28 Şubat sürecinde ise, ne yatıştırılması gereken bir toplumsal çatışma ne de düzlüğe çıkarılması gereken bir ekonomik kriz mevcuttu. Müdahaleye gerekçe kılınan şey, siyasal İslam paranoyasıydı. Bu gerekçe ulusal ve küresel kamuoyu nezdinde, ordunun kışladan çıkmasını sağlayacak bir meşruiyetten yoksundu.
28 Şubat sürecinin meşruiyet krizi, müdahalenin tarzını da belirledi. Diğer müdahalelerde asker kışlasından çıkarak, demokratik yönetime bizzat elkoydu. 28 Şubat Sürecinde darbe yapma meşruiyetini bulamayan ordu, ‘silahsız güçlere’ vekálet vererek demokratik sisteme müdahale etti.
Askeri bürokrasinin sivil güçlere vekálet vererek hedeflediği sonuca ulaşmaya çalışması, toplumda belli bir kesime karşı intikam hissi uyandırarak toplumsal ayrışmayı tetikledi. Böylece, bürokrasinin varlık sebebi olan tarafsızlık ilkesi ortadan kalktı.
28 Şubat sürecinin benimsemek zorunda kaldığı müdahale tarzı, müdahalenin süresini de belirledi. Eskiden darbe sözcüleri, ‘mümkün en kısa süre içinde askerin kışlasına dönüp yönetimi tekrar sivillere devredeceği’ teminatını verirlerken, 28 Şubat sürecinde müdahalenin ‘gerekirse 1000 yıl sürebileceği’ ifade edildi.
Asker fiilen kışlasından çıkmadığı için kışlaya geri dönmek durumunda da kalmadı. Böylece darbe süreci süreklileşti. Darbe süreci uzadıkça da yol açtığı tahribatlar derinleşti.
Bu farklılıklar 28 Şubat sürecinin maliyetini arttırarak devlet-toplum dinamiğinin süregelen denklemini tepetaklak etti. Peki, 28 Şubat’ın önceki müdahalelerden farkını oluşturan bu özelliklerinin yol açtığı sonuçlar neler oldu? 1) Bürokrasinin Siyasete Bulaşması: 1960 ve 1980 müdahaleleri, yürürlükteki siyasal kadroları hedef almalarına rağmen bu kadroları destekleyen toplumsal tabanı karşılarına almamak konusunda özel bir hassasiyet sergilemişlerdi. Darbeye gerekçe kılınan kardeşkanını durdurmak ve ekonomik refahı sağlamak gibi unsurlar darbecilerin ideolojik yönelimlerini gizleme işlevi görerek, siyaset-üstü bir konumda kalmalarına olanak sağlıyordu.
28 Şubat Süreci’nin aktörleri, toplumsal barışın sağlanmasında hayati önem taşıyan bu hassasiyeti gözetmeyerek bürokrasiyi neredeyse bir siyasal parti olarak kurguladılar. Bu çerçevede, irtica tehdidi üzerine verilen brifingler, medya manipülasyonları ve sivil toplumun yönlendirilmesi bürokrasinin tarafsız, siyaset-üstü konumunu ortadan kaldırdı.
Belli toplumsal kesimlerin sözcülüğü misyonuyla iktidar olan hükümetlerin yanı başında, devletin uzun vadeli menfaatlerini korumakla yetkilendirilerek, 1960 müdahalesinden sonra yapılandırılan bürokrasinin varlık koşulu, siyaset-üstü kalabilme niteliğiydi. Belli toplumsal kesime dayanmadığı sürece kendisini devletin uzun vadeli menfaatlerini korumaya hasredebilecek bürokrasi, 28 Şubat sürecinde tarafsızlığını kaybedince, meşruiyetiyle beraber varlık sebebini de yitirdi.
Ergenekon milat mı?
2) Bürokrasi İçinde Ayrışma: Gündelik siyasete müdahil olarak tarafsızlığını yitiren askeri ve sivil bürokrasinin eski işlevini sürdürmesi mümkün değildi. Nitekim kısa süre sonra bürokrasi içinde ayrışma yaşanmaya başlandı. Zaten, 28 Şubat sürecinin başlarında, bazı komutanlar askeri hiyerarşiyi gözeten teamüllere uymayan bir tarzda öne çıkmışlardı. Daha süreç devam ederken, en etkili aktörler olarak kamuoyunda temayüz eden simalar emekli edildi.
Ardından Hüseyin Kıvrıkoğlu döneminde komuta kademesinin normal terfi teamülleri bozuldu.
Bozulan terfi teamülleri, Hilmi Özkök döneminde komuta kademesi arasında darbe hazırlıklarına ve suikast planlarına varan uyumsuzluklar şeklinde etkisini gösterdi. Kıvrıkoğlu’ndan Büyükanıt’a birbirini takip eden her üç genelkurmay başkanı hakkında da ordu kaynaklı suikast planları ve teşebbüsleri kamuoyuna yansıdı.
Böylece 28 Şubat Süreci sonrasında yaşanan ordu-içi çatışma, ulusal güvenliği tehdit edebilecek boyutlara ulaştı. Benzer bir ayrışma hem yargıda hem de üniversitelerde yaşandı. Karşılıklı açıklamalar, bildiriler ve soruşturmalarla yaşanan gerilim, 28 Şubat sürecinde asli görevinin dışına çıkıp rejim bekçiliği misyonuyla tarafsızlığını yitiren bütün kurumların birliğini bozarak gücünü zedeledi. Bugün Ergenekon davası bağlamında tartıştığımız olayların önemli bir kısmı da bu süreçle ilişkilidir.
3) Toplumun Bölünmesi: 28 Şubat süreci, müdahaleyi meşrulaştıracak gerekçeler bulamayınca, ‘silahsız kuvvetler’e vekálet vermek zorunda kaldı. Böylece, ‘irtica’ ile mücadele uğruna, toplumun belli bir kesimi diğer kesimlere karşı seferber edildi. Bu çerçevede, gerçekleştirdiği müdahaleye toplumsal ayrışmayı ortadan kaldırmak misyonuyla meşruiyet sağlayan bürokrasinin yerini, planladığı müdahaleye destek bulmak için toplumsal ayrışmayı tetikleyen bir bürokratik anlayış aldı.
‘Merkez sağ’ın çöküşü
Rejimi her daim savunacak bir kitlenin yaratılması gerekliliği ile meşrulaştırılan bu strateji, etkilerini bugün de sürdüren bir toplumsal çatışmaya yol açtı. Danıştay saldırısı sonrasında faillerin kimliği netleşmeden sokağa dökülebilen kitleler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde düzenlenen Cumhuriyet mitingleri, toplumu ideolojik ayrışmalara taraf kılan 28 Şubat mirasının halen sürdüğünü göstermektedir.
4. Merkez Sağın Çöküşü; 28 Şubat Sürecinin siyasal alandaki en önemli tahribatı, uyguladığı politikalarla diriltmeyi tasarladığı merkez-sağı tamamen tasfiye etmesi oldu. Çok partili hayatın başlangıcından bu yana, merkez-sağ partiler devlet ile toplum arasında yüklendikleri aracılık işleviyle destek gördüler.
1960 ve 1980 müdahaleleri de bu merkez-sağ partilerin gördükleri bu işlevin bilincinde kalarak, merkez-sağ partilerin toplumla ilişkilerini zedeleyecek bir sadakat beklentisi içinde olmadılar. Böylece, toplum nezdinde darbecilerin günahına ortak olmadıkları ölçüde, müdahalelerin tahribatını azaltan ve demokratik sistemin tekrar konsolide olmasını sağlayan bir işlev yüklendiler. Merkez-sağ partileri önemli kılan bu aracılık işlevleriydi.
28 Şubat süreci, bu dengeyi bozdu. Merkez-sağ partiler ‘silahsız kuvvetler’ olarak müdahalenin taşeronluğunu üstlenince, hem toplumun devletle barışmasını sağlayıcı işlevlerini yitirdiler hem de toplumsal desteklerini yitirip siyasal hayattan silindiler. Böylece, merkez partileri güçlendirmek için uygulanan strateji, merkez partileri yok etme işlevi gördü.
Darbenin tortuları
Aslında, 28 Şubat’a giden yol, cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet aklını temsil eden bürokratik elitin, 1990’ların başında ulusal ve küresel ölçekte yaşanan gelişmelerin Türk siyasal sisteminin geleneksel dinamiklerini işlemez hale getirdiğini algılayamaması ve çağın akışına karşı kürek çekerek süreci durdurabileceği zehabına kapılmasıyla başladı. Bugün daha net anlaşılıyor ki, 28 Şubat sürecinin aktörleri, belli bir akımın yükselmesiyle mücadele ettiklerini zannederlerken aslında Türkiye toplumunun gelişim dinamiklerine karşı duruyorlardı.
Böylece sadece toplumsal barışın dayandığı zemini yok ederek ülkeyi kaosa sürüklemekle kalmadılar, aynı zamanda devlet-toplum ilişkilerinin doğasını belirleyen Türk siyasal sisteminin kurumsal dinamiklerini de tahrip ettiler.
Diğer müdahalelerle karşılaştırıldığında devlet aklında bir kırılmaya denk düşen bu müdahale, hem bürokrasinin tarafsız, siyaset-üstü pozisyonunu ortadan kaldırarak iç-uyumunu ve toplumsal meşruiyetini zedeledi, hem de toplumsal barışı tahrip ederek farklı toplumsal kesimleri karşı karşıya getirdi.
Öyle ki, bugün de toplumsal barışı ve devlet-toplum ilişkisini etkileyen gelişmelerin çoğunu, ancak bu müdahaleyle ilişkilendirerek anlamlandırabiliyoruz.
Cumhuriyet mitinglerinden Ergenekon davasına, başörtüsü meselesinden Cumhurbaşkanlığı seçimlerine, 27 Nisan muhtırasından AK Parti hakkındaki kapatma davasına siyasal meselelerin çoğu, 28 Şubat sürecinin bıraktığı olumsuz mirasa atıfla anlam bulabiliyor.